/

Nowhere Special (2020)

Nowhere Special (2020)

3.5/5

Uberto Pasolini
Dram
Italya | Romanya | Ingiltere
1 sa 36 dk
James Norton | Daniel Lamont | Carol Moore

Ödüller & Festivaller:
5 Ödül, 8 Adaylık

MV5-BOGJh-ODgy-YWIt-M2-U1-OS00-Mj-Vj-LTli-Mz-It-Njdi-NDAx-MWEy-Mz-Y5-Xk-Ey-Xk-Fqc-Gde-QXVy-Mjc1-NTMy

 

2020 yılında 77. Venedik Festivali’nin Orizzoti bölümünde dünya prömiyerini yapan ve Türkiye’de 40. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterime giren Nowhere Special, yazar-yapımcı-yönetmen Uberto Pasolini’nin üçüncü uzun metrajı. 35 yaşında ve ölmekte olan bir cam temizleyicisinin hayatının en zor kararına odaklanan film trajediyi incelikle reddeden soğukkanlı ve alçakgönüllü bir yaklaşımla seyircisinin kalbine sızmayı başarıyor.

Kendi yaratıcılığından şikayet eden Pasolini bu hikayeyi gazetede gördükten sonra ilgi beslemiş ve araştırmaya başlamış. İletişime geçtiği sosyal birimlerden gizlilik gerekçesiyle ret yanıtı aldıktan sonra benzer durumda olan gerçek kişiler ve pencere temizleyicilerle yaptığı röportajlar sonucunda senaryoyu oluşturmuş. Mel Brooks’un Blazing Saddle filminin sonundaki diyalog (A: Nereye gidiyorsun? B: Özel bir yer değil. A: Hep oraya gitmek istemişimdir) üzerinden filme adını veren Pasolini, fikrin arkasında mükemmelliğin olmadığı, basit, sadece yaşamanız gereken bir yer bulmanın gerekliliğine odaklandığını söylüyor.

Filme pencerelerden yansıyan günlük hayatın panoramik görüntüleri ile giriş yapıyoruz. Daha sonra temizlediği camlardaki yansıması üzerinden John ile tanışıyoruz; 35 yaşında yalnız bir baba, üstelik onu hayattan ve annesinin de yıllar önce terk ettiği 4 yaşındaki oğlundan ayıracak olan ölümcül bir beyin tümörü var. Durumun zorluğuna bir katman daha ekleniyor: John’un oğlunu bırakabileceği hiçbir akrabası, yakını yok; bu yüzden de ne zaman olacağı bilinmeyen kaçınılmaz ölümüne doğru ilerlerken onu evlat edindirebileceği bir aile bulmak zorunda. Baba oğul film boyunca hayat tarafından mümkün olan en zor şekilde sınanacak.

Alışılmışın dışında- anneye değil, ölmek üzere olan babaya bırakılan bir çocuk tercihiyle Pasolini birçok dram klişesini filmin geri kalanında da görmeyeceğimizin sinyalini en baştan veriyor adeta. Baba ve oğul arasındaki neredeyse doğal denebilecek uyum ilk etapta göze çarpıyor; jest ve mimikleriyle kurdukları iletişimde söze gerek yok. Michael için babası John dövmelerini bile taklit etmek istediği bir rol model, hayatla tek ve en kuvvetli bağı. Kamera ise bunu kuvvetlendirircesine çocuğun seviyesine iniyor ve ebeveyn çocuk ilişkisini besleyen küçük sevinç ve çatışma anlarını tüm doğallığıyla yakalıyor. Film günlük hayatın basit olaylarına ancak bu basitlik içindeki ayrıntılara odaklanıyor; sevinçler, üzüntüler, zorluklar, değiştirilemeyecek durumlar ve bununla başa çıkmanın güçlüğü. Bunun karşısında teslim olmayan ama gerçekleri makulce kabullenen, durumun zorluğuna rağmen mantıklı davranan bir baba figürü olarak John – kupada yazdığı üzere Star Dad. Aynı zamanda kusurlarını da saklamayan, hiçbir koşulda şikayet etmeyen ve soğukkanlılıkla vermek zorunda olduğu karara odaklanan bir karakter izliyoruz. Ölüm gerçeğini önceden planlamanın zorluğu bir yana, John aynı zamanda hayattaki biricik varlığı olan oğlunu bırakacağı en iyi tercih arayışında “Bir aileyi ideal yapan nedir?” sorusuna da odaklanıyor.

Evlat edindirme kurumundaki görevli ile konuk olduğu evlerde John adayları maddi ve duygusal olarak ölçer. Ancak bu hiçbir şekilde kolay değildir – kendi asla sahip olamadığı maddi imkanlara oğlunun sahip olmasını isterken, yüreği onu çürümüş orta-üst sınıfın renksiz evlerinde varlık içinde sürdürdükleri sevgisiz, metalaşmış, ölü yaşamlara bırakmaya el vermez. Oğul yasamaya başlamak için doğru fırsatı beklerken babanın ölmeye hazırlanması üzerinden kurulan zıtlık ve ikisi arasındaki hassas terazide salınır. Bu ikilemde seyircinin son yapacağı şey ise kararı her dakika güçleşen John’u yargılamaktır.

Filmde gördüğümüz sayılı isyan sahnesinden biri olan sosyal hizmetlerdeki görevli ile kafede oturdukları sahnede John’un gözündeki yaşlara eşlik ederiz. Diğeri ise düz bir çizgide yürüme üzerinden- belki de çok istediği “diğerleri gibi normal bir hayat yaşama” isteği, bunu dahi önündeki engeller sebebi ile kısmen becerebilmesinin verdiği öfke ile onu normal hayata bağlayan arabasına saldırmasıyla sonuçlanır.

John’u hayattan ayıran bir bölme olan temizlediği camlar, aynı zamanda bir metafor olarak kendi geleceğini net değil hiç göremeyen birinin başkalarının camlarını temizlemesi üzerinden onların yaşadığı ve kendinin asla yaşayamayacağı hayatlara olan bakışını izliyoruz; pencereden yansıyanlar ve gözlemlenenler. Ancak yine bir röntgenci klişenin tersine başkalarının hayatına bir dikiz değil, kendi hayatına bakamayış aslında. Tüm o buğulu camlardan yansımalar üzerinden asla tecrübe edemeyeceği günlük hayat ve koşuşturmacalar, John’un ise daha büyük dertleri var. İçinde bulunduğu ikilemi ve duygusal olarak parçalanmış ruh halini camlar dışında gözyaşlarında değil, ilaçları ile dolu banyo aynasındaki bölünmüş yansımasında görürüz. Tıpkı hastalığını hiçbir hastane veya doktor göstermeden, bu ilaçlar ve arada sırada gelen ağrı atakları ile anlattığı gibi. Film boyunca bilgi ifşa edilmez, gerekmeden tek kelime edilmez ve biz ne olduğunu anlamamız için gereken minimum bilgi ile filmi izlemeye devam ederiz. Filmin konusu kısa ancak söyleyecek çok şeyi var. Ancak kelimeler yerine sessizlik, bakışlar ve jestlerle vurgulanan duygu durumu ile yüksek kalibrede bir ahlak hikayesi sunulur önümüze. Seyircinin dramatize edilmiş aşırı tepki içeren duygu yoğunluklu sahne beklentisi asla karşılanmaz. Aynı şekilde karakterin soğukkanlılığı kendi yolunda ilerler- yönetmen karakterle seyirciyi özdeşleştirmekten ustaca kaçınır. Hatırlayalım, John’u ilk görüşümüz de direkt kendi görüntüsü değil, bilinçli bir tercih olarak camdan yansıması ile olmuştu.

Kuzey İrlanda’nın soğuk ve karanlık doğası karamsarlığa başka bir katman ekliyor. Film de John gibi sessizce ölmekte, hikayesinin doğası gereği yavaş ilerliyor. John’un kum saati yavaşça ölümüne doğru akarken biz de o ve Michael gibi köprünün bir o bir bu tarafına çaresizce sürükleniyoruz. Doğum gününde “baba çok yaşlısın” diyerek hastalığı sebebiyle daha 35 yaşında çöken babasının durumunu vurgulayan Michael, aynı zamanda ona bir mum daha vererek henüz ayrılmaya hazır olmadığının sinyallerini de veriyor. Ancak süreç sonunda kaçınılmaz olarak ölüm; çocuğun öğrenmesi, babanın ise tecrübe etmesi gereken bir gerçek olarak odanın ortasında bir fil gibi öylece duruyor. Mesele Michael’ı bırakacağı ebeveyn secimi ile birlikte ancak daha yoğunlukla kendi ölümüyle yüzleşme sureci üzerinden ilerliyor. Evlat edindirme kurumunun verdiği kitap, park gezisi esnasında ölü böcek üzerinden gelen soru, uçup giden kırmızı balon… John ne zaman ki bir süre sonra var olamayacağını kabulleniyor, o zaman zıt paralelde şu anki varoluşunu da takdir ederek çocuğuna ölümü ve yok oluşu açıklayabiliyor. Bu noktadan sonra film an’ın tadını çıkartmaya odaklanıyor. Var olmakla yok olma ikileminde sallanan John en sonunda oğluna bir hafıza kutusu bırakarak onda var olmayı seçiyor.

Pasolini’nin İtalyan kökenleri (aynı zamanda Luchino Visconti’nin yeğeni olması) ister istemez bize konu ettiği sosyal mağduriyetler üzerinden yeni gerçekçiliği düşündürür ancak yürek burkma potansiyelindeki hikayesinde kolaylıkla manipülatif olabilecek birçok ögeye sahipken, bir melodramı mümkün kılacak çoğu üslupsal araca yer vermeyerek bu yanılgıyı baştan bozar; sadece başında ve sonunda duyduğumuz hüzünlü müzik bu araçlardan sadece biridir. Filmde her şey dozunda verilmiştir, ne eksik ne fazla. İzleyiciyi ikna etmek ve duygusal olarak etkilemek için ek araçlara gerek yok- teatral değil doğal oyunculuklar inandırıcılığı kuvvetlendirir ve aynı zamanda hikaye kendi başına ezici bir etkiye sahiptir. İnce bir şekilde küçük dokunuşlarla baba ve oğlun kendi ritimlerinde ilerleyen sade ama acı bir hikayedir aslında. Bu aşırı kontrollü, abartısız dramada duyguların biraz fazla bastırıldığı ve adeta hapsedildiği eleştirisi yapılabilir ancak yönetmen Pasolini trajedinin yüceltilmesinden önemle kaçınarak filmini kitsch ögelerden oldukça uzak bir yerde konumlandırır.

İngiliz sosyal gerçekçi sinema ögelerine bağlı kalarak bir işçi ve alt sınıf sempatisi içermesi yönünden Ken Loach’a göz kırpıyor denilebilir, ancak mizah dozu Loach’a göre kesinlikle çok daha az. Hikayenin bir parçası olan sosyal analiz sınıfsal çatışma eleştirisi ile arka planda gizlidir. Bir yandan temizlediği üst sınıf pencerelerini yine o an kelimelerle değil aksiyonla, yumurta atarak kirletmek suretiyle protesto eder. Çünkü davranışlar kelimelerden daha fazlasını söyler.

Film ise sonunda başladığı yere geri döner, John çocuğuna kendisinin de sahip olamadığı imkânları sevgisizce vermek yerine, bildiği yerden, sevginin yolundan ilerler ve Michael hayatına kusurlu ama kendisini metalaştırmayan, sevgi dolu anne adayıyla devam edecektir. Bir diğer deyişle John, Michael’ı kendinde eksik olana değil- tersine tam olana bırakmak suretiyle kendi varoluşu ile bütünleşir ve onu oğlu üzerinden devam ettirir. Film kaçınılmaz gerçek üzerinden olabilecek en karamsar sonlardan birine sahip olmasına rağmen John’un değiştiremeyeceği gerçekleri kabullenmesi üzerinden buruk ama iyimser bir tablo bırakır seyircisine. John oğluna ustu örtülü şekilde veda ederken, küçük Michael’ın yüreklere kazınan bakışları eşliğinde zihninizde oyalanamaya uzun sure devam edecek gibi görünüyor Nowhere Special.

Nil Birinci

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.