//

Kontinental’25 (2025)

Kontinental '25 (2025)

Radu Jude
Komedi, Dram 

Romanya
Estzer Tompa | Gabriel Spahiu | Adonis Tanta

Ödüller ve Festivaller
1 Ödül, 3 Adaylık

Bir Azize Değil, Etten ve Kemikten Bir Kadın

Radu Jude’un başarısını yalnızca zeki ve cesur yaklaşımına değil, aynı zamanda kaba ve hoyrat görünen kabuğun altında hissettirdiği yumuşak ve akışkan özüne de bağlamak için çok geçerli nedenler var. Modern sanatta ortaya çıkan Yeni İçtenlik (New Sincerity) akımı, alaycılığı, ironik mesafeyi ve sürekli parodiyi reddederek samimiyet, duygu, sahicilik, kırılganlık gibi kavramları yeniden ciddiye alır. İroniyi tanıyan bu akım onun da ötesine geçerek kasıtlı bir biçimde samimiyeti seçmekten çekinmez. David Foster Wallace‘ın E Unibus Pluram’da (1990) bahsettiği bu dürüst, içten ve duygusal özün Radu Jude’un filmlerindeki olmazsa olmaz element olduğuna inanıyorum. Kontinental’25 de bu özelliğiyle öne çıkan bir yapım. 

Jude’un da gerek senaryo gerek sinematografisiyle bu sene gösterime giren diğer filmi Draculadan daha özenli çalıştığı çok açık. Çekimlerde iPhone 15 kullanmasına rağmen film, derli toplu, sinemanın ayarlarıyla çok da oynamadan gerçekçi ve bütünüyle hoyrat değil yer yer duygusal hicivli bir anlatı kurmayı başarıyor. Europa 51’le birebir ilişkili olsa da konu ve tarz olarak Michale Hanekeye yakınsıyor. Mızmız orta sınıfın dayaklık hallerini seyretmek Haneke filmlerinde mazoşist bir zevke dönüşür. Açık televizyonların göze çarptığı iç mekan sahnelerde Haneke filmlerine özlem duymamak mümkün değil.  Her ne kadar Radu Jude Romanya tarihinden gelen Alman mirasını gösterişçi bulsa da bir filmde dayak yemişseniz en iyisi her zaman bir Almanın elinden çıkmıştır. İtalyanların ise şehri bir karaktere büründürmedeki başarısı tartışılmaz, Europa51 konusuyla olduğu kadar bu açıdan da unutulmazdır. 

Kontinental’25 adını filmin geçtiği Transilvanya kenti Cluj’dan değil, filmde inşa edilecek otelden alıyor. Devlet memuru Orsolya, işsiz, yaşlı, karnını doyurmak için bile başkalarına muhtaç bir adamı, bu otelin inşası için kazan dairesinden bozma evinden çıkarmak üzere kapıya dayanır. Jandarmalar eşliğinde alışık olduğu işini yapıyordur ama olaylar hiç de alışık olduğu gibi gelişmez; adam yalnız kaldığı kısa zaman diliminde kendini kalorifere telle asarak intihar eder. Filmin girişinde uzun uzun takip ettiğimiz ve daha sonra eski bir milli atlet olduğunu ama bir takım talihsizlikler sonucu evsiz ve parasız kaldığını öğrendiğimiz adam ise seyirci için artık herhangi bir adam değildir. Filmin can alıcı kırılma anına kadar, pazar günü için vaadedilen o işe gitmesi ve biraz para kazanabilmesini dileriz. Ona duyduğumuz sempati, Orsolya’da şiddetli bir vicdan azabına dönüşür. Duyduğu suçluluk duygusu ve vicdan azabı onu tüm hayatını, inançlarını sorgulamaya iter. Seyirci de Orsolya ile birlikte kendi vicdan sorgulamalarının yolculuğuna çıkar; zaten günümüzde kim vicdan azabından azadedir ki?

Bir deniz fenerinin tepesinden bakan; acıyı, şiddeti, adaletsizliği, yoksulluğu, ezilenleri, büyük dişlilerin arasında parçalanan insanları gören, görüp de elinden gelemeyen modern insanın çaresizliği. Her şey saniyesinde önümüzde tüm açıklığıyla beliriyor, izliyor, üzülüyor ama bir şey yapamıyoruz. Öyle ki üzülürken bile bir sahtelik duygusu yapışır “Gerçekten üzülseydin böyle durabilir miydin?” Sosyal medyada süregelen en çok ben üzüldüm yarışları da zaman zaman aynı etkiyi yaratır. Sürekli bir iç dökme, anlatma, itiraf arzusu Orsolya’yı da kaplar. Başından geçen trajik olayı, hep aynı cümlelerle – “Sadece kısa bir süre için yalnız kalmıştı. Kendini kalorifere asması ne garip değil mi? Onu bulduğumuzda dili dışarıdaydı ve altına işemişti (Başta ona dokunmaya bile çekindiklerini ise söylemiyor) Kurtarmak için kalp masajı yaptım. Ambulansın gelmesi 10 dk sürdü” – 3 kere 5 kere farklı farklı kişilere anlatır. Günah çıkarır gibi hepsinde aradığı bir avuntu : Senin bir suçun yok, böyle şeyler olur. Bir doz avuntu, sonra bir doz daha, artık dozu yetmeyen uyuşturucu gibi.

Filmde şehrin kendine has yapısının yozlaşması, modern dünyanın insani değerleri çiğneyişi bir anlamda toplumsal çürüme ve vicdan sorgulamalarına ek olarak milliyetçilik ve ön yargıları da bolca bulmak mümkün. Kapital sahiplerinin pis işlerini ayak takımına yaptırarak ellerini temiz tutuşu ve ayak takımının da bunun yılmaz neferi oluşu Radu Jude’un sıklıkla değindiği temalardan bir diğeri. Bu noktada Dracula’daki mini final bölümünü hatırlatabiliriz. Çöpçü adam, kıyafetinden utanan kızının bahçedeki gösterisini okul demirlerinin dışından seyreder. Kendi gibi alt sınıf bir işçi olan hademe sorar Hayırdır ne duruyorsun orada?” Çöpçü anlayış bekler gibi durumu anlatır. Hademe ise şöyle der Az daha geriden seyret. Okul müdürü seni burada, böyle dikilirken görürse başım belaya girer. Orsolya o hademe kadar vurdumduymaz olmasa da güçsüzü ezen sistemin maşalarından biridir. Oysa eskiden bir öğretmendi. Öğretmenliği neden bırakmıştı ki? Sistemin bize sunduğu rahat hayatlarımız karşılığında takas ettiğimiz neydi? Vicdansa eğer onu susturmak için Orsolya telefon faturasına 2 Euro Gazzeye, 3 Euro Yemene, 5 Euro bir yerlere … düzenli yaptığı bağışlarla bir yol bulmuştu. Peki şimdi neden susmuyordu bu lanet vicdan? Diğer yandan onun Rumen arkadaşıyla meydandaki konuşması bu anlamda da çok içten ve dikkat çekicidir. Arkadaşı sokağında yaşayan evsiz için merhamet ve acıma duyguları beslerken, bu duygular zamanla onun  her gün karşılaşmaktan bıktığı, rahat kaçıran bir şeye dönüşür. Adamdan yayılan kokular, evin yakınlarını sürekli tuvalet ihtiyaçları için kullanması ve kayda değer sonuçlar bırakışı, Orsolyanın arkadaşı için artık katlanılamaz olmuştur. Adamın ölmesini dilediğini itiraf edecek kadar samimidir arkadaşı. Diğer yandan ikisi arasında geçen konuşma bir noktadan sonra filmde arka planda yükselen rahatsız edici bir sesle devam eder. Bu esnada arkadaşı Orsolyayı bir Roman ailesine yardım etme aracılığıyla dolandırdığı için mi bu sesi duyarız bu nokta çok açık değil. Fazla paranoyak davranmamak adına rahatsız edici sesin sadece iki kadının vicdanından yükseldiğini düşünmek daha güvenilir bir tercih olur. 

Filmin esinlendiği Europa51 cafe sahnelerinden birinin arka planında film afişiyle açıkça görülür tıpkı arkadan geçen cafe müşterisi Radu Jude gibi. Roberto Rossellini Europa51i “50lerde bir aziz yeryüzüne inseydi başına neler gelirdi merak ettiğim için çektim” demişti. Filmde efsanevi Ingrid Bergmanın canlandırdığı Irene burjuva hayatına sahip, kaygısız, yüzeysel bir kadındır. İhmali sonrası oğlunun intiharına bağlı duyduğu suçlulukla hayatını sorgulamaya girişir. Bu sorgulama onu İtalyanın arka mahallelerindeki yoksul insanların trajik hayatına götürür ve Irene, Rossellinin elinde bir Jeanne Darca dönüşür. Adeta göklerden inen ilhamla hayatın asıl anlamının insanları sevmek ve onların acısını dindirmek olduğunu düşünüyordur. Sahip olduğu her şeyden, en yakınındaki kişilerden vazgeçer. “Kendime duyduğum nefret içimde insanlık için bir sevgi doğmasına yol açtı” derken önünde aşılması gereken ciddi engeller vardır. Burjuva kocası, annesi, katolik papaz, yatırıldığı psikiyatri hastanesindeki doktor, adli bir olay için hüküm verecek hakim dahil herkes onu, hayatın uyulması gereken düzen sağlayıcı kurallarına uymadığı için eleştirir. Filmin finali tıpkı bir mahkemede gibidir. Eğer eski hayatına geri dönmeyi kabul ederse hastaneden çıkmasına izin verilecektir. O ise zor ve inandığı yolu seçer. Radu Jude filmdeki bu dönüşümü günümüze uyarlarken bir azize değil etten ve kemikten bir kadın yaratıyor. Irene’den farklı olarak Orsolya’nın kollarından tutan kötü karakterler yoktur ve burjuva hayatından vazgeçemeden vicdan azabını daha pratik yöntemlerle dindirmenin her zaman bir yolu vardır. 

Irene ve Orsolyanın bir trajedi sonrası vicdan azabıyla başlayan vicdani sorgulamalarının benzerliği bir yana, şehrin başlı başına bir karakter gibi kameraya yansıması üzerinden de iki film arasında bir bağ kurulabilir. Europa51de Aldo Tontinin başarılı sinematografisi, Kontinental25te iPhone 15 ile çekilen şehir planlarına dönüşmüş. Hoş Radu Judeun son yıllardaki tüm filmlerinde şehirler her zaman önemli birer karakter olmuştur. 

Bütüne bakıldığında başarılı olsa da Radu Jude’un her şeyi hemen söylemeye çalışma heyecanının fazlalıklara da yol açtığı da bir gerçek. Bu açıdan bakıldığında biraz rafineleşse çok daha etkileyici bir film olabilirdi. Örneğin Macar olduğunu öğrendiğimiz Orsolya’nın annesiyle konuşmasında Macarların Rumenlerlere bakış açısını görürüz. Radu Jude bir anlamda Orsolya’nın annesinin dilinden kendi insanıyla da dalga geçer. Daha sonra Rumenlerin intikamını bir Macar olan Orsolya’yı bir park köşesinde beceren genç bisikletlinin ışıklı “Ben bir Rumenim” çantası arkasında alır. Orsolya’nın bu macerası başlı başına filmin fazlalık bölümlerinden biri sayılabilir. Onun vicdani sorgulamalarının ucuna bir de “ben kadın ayırdetmem Marslı bile olsa kadın olsun yeter” diyen genç bir adamla kaçamak hikayesinin eklenmesi gereksizdi. Ezeli Rumen-Macar çekişmesini de bir beceriş sahnesine dönüştürmesi fazla şovenist ve maço bir hareket. Seks sonrası sahnelerle bunu hafifletmeye çalışması Jude’un da bu bölümden o kadar da emin olmadığını düşündürtüyor. 

Özetle, Kontinental’25 Rossellini’nin Europa ’51ine göndermeler ve Haneke’nin orta sınıf eleştirilerine yakın duran üslubuyla, bireysel vicdan azabı ve toplumsal çürüme arasındaki gerilimi yansıtan güçlü bir yapım. Jude’un ironik mesafesini azalttığında ortaya neler çıktığını görmek onun bireysel hikayeleri için de merak uyandırıyor. Topluluk olarak insana değil de birey olana gözünü diktiğinde ortaya nasıl bir filmin çıkacağını merak etmemek elde değil. 

 

1 Comment

  1. I must say this article is extremely well written, insightful, and packed with valuable knowledge that shows the author’s deep expertise on the subject, and I truly appreciate the time and effort that has gone into creating such high-quality content because it is not only helpful but also inspiring for readers like me who are always looking for trustworthy resources online. Keep up the good work and write more. i am a follower.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.