//

The Substance (2024)

The Substance (2024)

Coralie Fargeat
Dram | Korku
İngiltere | Fransa
2′ 21″
Demi Moore | Margaret Qualley | Dennis Quaid

Ödüller & Festivaller:
3 Ödül, 6 Adaylık

MV5-BZDQ1-NGE5-MGMt-Yzdl-ZC00-ODEx-LWJl-MDMt-NWU4-Nj-A5-OWYw-MDEw-Xk-Ey-Xk-Fqc-Gc-V1-FMjpg-UX1000

Bazı filmler vardır, bir sebepten sizin için özel olduğu, ya da belki de fazla idealize ettiğiniz için yazamazsınız. Bazıları da siz yazana kadar peşinizdedir, gününüzde gecenizde yakanızı bırakmaz. The Substance’ı 20 Mayıs tarihinde ilk kez izlediğim günden beri iki durum arasında istemsizce salınırken, sanırım dün akşamki dördüncü izleme deneyimimden sonra kaleme almanın zamanı artık geldi.

”İstisna yok. Mükemmel bir denge. Ne ters gidebilir ki?

Delicesine eğlenceli ve acımasızca hicivli olan Coralie Fargeat’ın Cannes sansasyonu, çağlar boyunca sürecek bir “ne dilediğine dikkat et” masalıyla toksik güzellik kültürünü tersyüz ediyor.

Elizabeth, yıllarını verdiği ikonunun yıldızı nihayet söndüğünde bunu kabullenemez. Zaman, geri döndürülemez bir gerçeklik olarak onu imkânsızı denemeye zorlar — “daha iyi versiyonu”na geri dönebilmek için tehlikeli bir formülü, “Cevher”i denemeye karar verir. Amacına ulaşır, ancak işler kontrolden çıktığında, “daha iyi versiyonu” Sue, kontrolü ele alır. Ya da artık kontrol tamamen kaybolmuştur. ”

Filmin press kitinden alınan iki tanıtım cümlesini okudunuz. Ancak bu ifadeler filmi anlatmakta artık yeterli değil. The Substance da Fargeat’ın yazıp yönettiği halinden, Mayıs’ta Cannes sonrası ilk muhattapları olan sinema profesyonellerinin izlemesi ile ayrıldı ve ”sektör seyircisi evrenine” geçti. Yaz aylarının sonundan itibaren festival seyircisi ile yolculuğuna devam eden film, artık sinema salonlarına ve platformlara dahil olmasıyla seyirci kitlesinin en son ve geniş halkasına, genel izleyicisine de ulaştı. Geçirdiği yolculuğun her adımında farklı bir konuma evrilmesi de kaçınılmaz oldu, sebebi de ilk olarak sansasyonel ve bir hayli dikkat çekici olması ve arthouse ile ticari film arasında bir yerde konumlanması olarak özetlenebilir şimdilik.  Dolayısı ile filmi klasik yöntemlerle incelmek bu yolculuğun her adımına şahit olmuş biri olarak benim için artık imkansız. O yüzden sanırım Umberto Eco’nun gözlüğününden bakarak filmi yazarın (yönetmenin), metnin (senaryonun) ve okurun (izleyicinin) niyeti olarak ayırt etmek kaçınılmaz oldu.

Intentio Auctoris (Yazarın / Yönetmenin Niyeti)

Filmin press kit (basın kiti) metninin Yönetmenin Notu (Director’s Statement) bölümünden alınmıştır. İncelemenin devamı Metnin Niyeti başlığında devam etmektedir.)

Kadın bedenleri.
The Substance, kadın bedenleri hakkında bir film.

Kadın bedenlerinin nasıl didik didik incelendiği, hayal edildiği, eleştirildiği hakkında.
Kadınlar olarak, toplumda değer kazanmak için mükemmel/seksi/güler yüzlü/zayıf/genç/güzel olmamız gerektiğine inanmak zorunda bırakıldığımız hakkında. Ve ne kadar eğitimli, güçlü iradeli ve bağımsız olursak olalım, bundan kaçmanın ne kadar imkânsız olduğu hakkında…

Çünkü 2000 yıldan uzun bir süredir, kadın bedenleri onları izleyenlerin arzularına göre şekillendirildi ve kontrol edildi… Etrafımızdaki her şey, reklamlarda, filmlerde, dergilerde ve vitrinlerde, hep hayal edilmiş versiyonlarımızı sergiliyor. Hep güzel. Ve zayıf. Ve genç. Ve seksi. Bize aşk, başarı, mutluluk getireceği düşünülen “ideal kadın” versiyonu.

Etrafımızdaki her şey, reklamlarda, filmlerde, dergilerde ve vitrinlerde, hep hayal edilmiş versiyonlarımızı sergiliyor. Hep güzel. Ve zayıf. Ve genç. Ve seksi. Bize aşk, başarı, mutluluk getireceği düşünülen “ideal kadın” versiyonu.
Ve bu kalıpların dışına çıkarsak, ister yaşla, ister kiloyla, ister kıvrımlarla… o zaman toplum bize diyor ki: İşin bitti. Seni artık görmek istemiyoruz. Seni ekranlarımızda istemiyoruz. Seni dergilerimizin kapaklarında istemiyoruz. Seni toplumun zamanına ve ilgisine layık görmüyoruz. Sosyal medya ile birlikte bu durum genç nesiller için daha da kötüye gidiyor…

Ve ben, bunun bizim hapishanemiz olduğuna kuvvetle inanıyorum. Toplumun etrafımızda inşa ettiği ve devasa bir kontrol ve tahakküm aracı haline gelmiş bir hapishane. Kendimizin istediğini sandığımız bir hapishane. Ve bu film diyor ki: Artık bu durumu patlatmanın zamanı geldi. Çünkü 2024’te bu saçmalık nasıl hâlâ devam edebiliyor?!
Bedenleriyle sorunlu bir ilişkisi olmayan, hayatının bir döneminde yeme bozukluğu yaşamamış, toplumun ona nasıl görünmesi gerektiğini söylediği gibi görünmediği için bedeninden ve kendisinden şiddetle nefret etmemiş bir kadını tanımıyorum.

40 yaşına yaklaşırken çok depresif hissetmeye başladım çünkü düşündüm ki, tamam bu son. Hayatımın sonu. Artık kimseyi memnun edemeyeceğim, değerli olamayacağım, sevilmeyecek, fark edilmeyecek, ilginç olmayacağım… Sadece 40 yaşında, hayatımın bittiğine inanmıştım… Siyaset bilimi okudum; feministim… Yine de. Bu saçmalık hâlâ beynime sızacak bir yol bulmuştu. Belli bir yaştan sonra hiçbir şey etmeyeceğime, değerimin olmayacağına tam anlamıyla inanmıştım. Aynı şekilde, daha gençken, zayıf ve kusursuz bir vücuda sahip olmazsam hiçbir değerim olmadığına da inanmıştım. Çılgınca, değil mi?

Bu yüzden bu filmi yazmaya karar verdim. Bununla yüzleşmek için. Ve dünyaya politik bir mesaj vermek için: Bu saçmalıkla işimiz bitmiş olmalı. Tür filmleri politiktir. Benim için bir film yapımcısı olarak, eğlence, keyif ve aşırılık merceğinden bakarak politik ve kişisel meselelerle yüzleşmenin harika bir yoludur. Aşırılığa tamamen yönelerek içimdeki canavarı özgür bırakmak istiyorum. Ya da aslında, toplumun bana bir canavar olduğumu düşündürdüğü şeyi: bu kusurlu/yaşlanan/değişen yanımı, saklamam gerektiği öğretilen, çünkü “kadın” olarak öyle görünmemem/davranmamam/düşünmemem gerektiği bir şeyi. Ve bugün size bu hikâyeyi anlatmak için buradayım.

Intentio Operis (Metnin / Senaryonun / Filmin Niyeti)

Yönetmenin niyetine hiç dokunmadan yazmak ne kadar elzem ise, metnin niyeti de aynı ölçüde objektif ve aynı doğrultuda yönetmenin niyetini yansıtıcı olması gerektiği fikrindeyiz. Dolayısıyla bu bölüm de büyük ölçüde salt metnin asıl kaynağı olan press kit’ten ve elbette filmin kendisinden hareketle filmin ne yapmaya çalıştığına odaklanacak.

“Provokatif, çarpık ve patlamak üzere! Hollywood’u altüst etmeye hazır mısınız? Hem de Hollywood’un kendi silahıyla… Coralie Fargeat’ın Cannes’da büyük yankı uyandıran filmi “The Substance,” şüphesiz bu yılın en iyilerinden.“

The Substance’ın asıl meselesi olan Hollywood’un yüz yıla yakın tarihinde kadın bedenini hep bakılan, arzulanan ve idealize edilen bir nesne olarak görmesi konusunu çıkış noktası olarak aldığı aşikar. Ki aslında konu sadece Hollywood’a da ait değil, hatta Laura Mulvey’in feminist teorisi ve John Berger’ın Görme Biçimleri konuyu odağına 1970lerde almış olsalar da kadının erkek tarafından bakılan olarak konumlanması konusu film tarihinin ilk örneklerine kadar dayanır; nitekim Ferdinand Zecca’nın 1902 tarihli kısa filmi “Par le trou de serrure / What Happened to the Inquisitive Janitor” başlıklı kısası bir otel görevlisinin farklı odaların anahtar deliklerinden bakması ve özellikle kadınları dikizlemesi üzerinden sinema tarihine “keyhole effect” terimini kazandırmıştır. Benzer şekilde sinema tarihinin ilk yönetmenindenlerden birisi ve hatta ilk kadın yönetmen olan Alice Guy-Blaché, 1906 tarihli kısa filmi “Les Resultats de Feminisme / The Results of Feminism”de toplumsal cinsiyet rollerinin tersine döndüğü bir dünya tasvir eder: kadınlar güç ve otorite sahibiyken erkekleri geleneksel olarak kadınlara atfedilen rollere hapsolmuş şekilde sunar.

Ancak Fargeat’ın Substance’daki mücadelesinin feminist bakışın savunucusu olması kadar oklarını Hollywood’a yöneltmesinin elbette ki özel bir sebebi var. En özet hali ile 1920’lerde Hollywood’un bir endüstri girişimi ile bir pazarlama stratejisi olarak süperstar kavramı yaratmakla kalmayıp, üstüne bunun kalıcı imajları ve kamu algılarını da hazır halde piyasaya sundu. Bu “yıldız sistemi”nin gelişimi, şöhreti yeni ‘görkem makinelerinin’ ustaları tarafından kasıtlı olarak yaratılabilecek” bir şey haline getirdi. Ve elbette, erkek egemen bir toplumda göz önünde sergilenen bu vitrin içinde, kadının ekranda “arzu nesnesi” olarak pazarlanan bir obje haline gelmesi kaçınılmazdı. Ayrıca, kapital odaklı güçler tarafından şekillendirilen bu zehrin tanrısallaştırıldığını sanan kadın ikonaların üzerindeki psikolojik yıkım da hiç dikkate alınmadan. Üstelik 1930’lara gelindiğinde, kentleşme, tüketim toplumu ve savaşın hâkim olduğu dünyada kadın, yalnızca zevk veren bir arzu nesnesi olmaktan sıyrılarak baştan çıkarıcı, yuva yıkan femme fatale rolleriyle de özdeşleşir. Bu dönemde kadın, ülkesi için savaşa gitmiş kahraman ama kadın tarafından mağdur edilmiş erkekler yaratmayı başaran, düzen bozucu bir şeytan karakterine bürünür. (Rita Hayworth’u Gilda’da Şeytanın Kızı yapan bakış aynı bakıştır. Marlene Dietrich arzu nesnesinden feminist bir ikona dönüşürken karşı duruşu sebebi ile Hollywood’dan dışlanır.) Konuyu feminist tarihe büründürmeden Fargeat’ın değindiği ana noktalarda tutmak niyetinde olduğumuzdan burada duralım.  

The Substance’ı iyi sindirebilmek ve filmin asıl meselesini anlamak için feminist bakışın yanında star ikonasının ve tüm bu baskılar altındaki zehirlenmiş kadın süperstarların tükenişini anlatan en güzel örneklerden ikisi Sunset Blvd. ve Mulholland Dr. ile birlikte ve paralel incelemekte büyük fayda var. Benzer şekilde Coralie Fargeat’ın Reality+’ı arzulanma, en iyi versiyon saplantısı ile meselesini yine bilimkurgu türü ile beslediği ilk kısa filmi olarak yönetmenin meseleleri konusunda ilk sinyalleri verir. İlk uzun metrajı Revenge bir kadının cinselliği üzerinden güç kazanmasını ve toplumun ona biçtiği rollerle yüzleşmesini konu alır; bu bağlamda, filmdeki intikam hikayesi, arzu nesnesi olarak görülen kadınların kendi hikayelerini nasıl yazdıklarını gözler önüne serer. Yani The Substance’ın meseleleri ne Hollywood tarihinde ne de yönetmenin kısa tarihinde ilk değildir, ve fakat meseleyi günümüze uyarlamakla kalmaz, yeniliği ile bir adım ileriye taşımayı başarır.

Şimdi, filmin neden bu kadar aşırı şekilde gore ve grotesk unsurlar ile korku, hatta body horror öğelerini tercih ettiğine gelmemiz gerekiyor. Her şeyden önce, feminist bir perspektife sahip bir kadın yönetmen olarak Fargeat, konunun ne denli travmatik ve yıkıcı olduğunun farkında. Çocukluktan beri sahnede olma hayaliyle yaşayan kadınların, nihayet ekranda parlayacakları anın ardından kendilerine dayatılan zehirle gençliklerini tüketmeleri ve bu zehrin yan etkileriyle karşılaştıkları kötüye kullanma, suistimal ve istismara katlanmaları gerçeği, oldukça derin bir yaraya işaret ediyor. Ayrıca, en güzel yıllarını adadıkları ekranlardan alçakça bir günde atılmaları ve yıllar içinde parlayan yıldızlarının yokuş aşağı düşerek silinmesi, onların rüyalarından uyanmalarını sağlayan sert bir tokat niteliğindedir. Sunset Blvd’da Norma Desmond’un ve Mulholland Dr’da Diane Selwyn’in akıl sağlığını yitirmesi de aynı sürecin sonucudur. Bu sürecin dramatik boyutunu aşarak korku türüne dahil etmesi, Fargeat’ın yenilikçi yaklaşımını ortaya koymakla kalmayıp bu özgün vizyonu ve eklektik yaklaşımı ile Cannes’dan En İyi Senaryo ödülünü kazanmasını sağlamıştır.

Filmin teknik yanı (anlatının yüzeysel olmasına zıt olarak) çok kuvvetli. Oyunculukların muazzam olduğunu söylemeye gerek bile yok. Tercih edilen kadrajlar, kamera konumu ve açıları, ses ve müzik kullanımı film evrenini birebir yansıtmayı başarıyor. Fargeat karakterin psikolojisini örtük veya derin olarak anlatmak yerine kamera hareketleri, ses ve görsel efektlerle sergilemeyi seçiyor. Tabii bu fazla stilistik görünen tercihlerin sonucu zorlayıcı bir deneyim de olsa seyirciyi dahil ederek karakteri ile özdeşleştirmeyi amaçlayarak bir nebze kolaya kaçtığı da söylenebilir.

Filmin Hollywood’u kendi silahi ile vurduğunu söylemiştik. Bununla kastettiğimiz elbette ki filmin meselesinin bu kadar açık olması ile birlikte, yönetmen tarafından tekrar eden ve fakat gitgide artan şiddette eylemlerle pekiştirilmesi ve seyircinin tabağına ana-ara sıcak öğünlerle tam bir course şeklinde takdim edilmesinden bahsediyoruz. Bu sebeptendir ki filmin arthouse’dan en çok uzaklaştığı bu anlarda belki de en geniş seyirci kitlesine ulaşmasını sağlayan bu eylemi, göze sokulmuş sahneler silsilesi ya da salt ticari amaçla çekilmiş bir film olarak görmekten ziyade, meseleyi kitlelere yayma başarısından ötürü de tebrik etmek gerekir (Film tecrübesinin seyirci çeşitlerine göre yansıması birazdan incelenecek). Ancak elbette, filmin teknik eksiklikleri de göz ardı edilmemeli. Anlatımın 2 saat 20 dakika gibi uzun bir süreye yayılması, seyircinin ister istemez duyarsızlaşmasına ve meselenin özüne yabancılaşmasına yol açabiliyor. Yine anlatının nedensellik ilişkisini bozuntuya uğratıyor oluşu, hikayedeki zaman ve mantık hataları da (filmin ana meselesine odaklanıldığında tolere edilse de) anaakım filmi olarak özensiz sıfatı ile lanse edilmesine sebebiyet veriyor. Paralel bir evrende film tekniği daha zekice kullanarak (ki Fargeat’ın buna potansiyeli olduğuna inanıyoruz) daha kısa, mantık hatalarından arındırılmış, öz ve meselesini derinleştirerek farklı katmanlarda aktarıyor da olabilirdi, ki bu onu arthouse’a daha da yaklaştırırdı; ancak Fargeat’ın yazının bu evresine kadar konuştuğumuz üzere derdi başka bir dram filmi yaratmak değil.

Nihayet climax sahnesinde film, Hollywood’dan, idealize vücutlardan ve eril bakıştan, tükenip yok olmuş belki de milyonlarca kadının intikamını Monstro Elisasue vasıtası ile adeta üzerlerine boşalırcasına şiddetle kana bulayarak alıyor; çünkü hak ettikleri tam olarak budur, bir eksiği değil ve hatta fazlası da.

Bir diğer mesele de The Substance’daki diğer filmlere yapılan göndermeler. (Bu kısım birçok kişi tarafından zaten konuşulmuş olduğu için burada sadece özet geçilecek.) Coralie Fargeat’ın ikonik korku filmlerine ve bazı yönetmenlere derin bir saygı ve hayranlık ifadesi olarak göndermede bulunduğu aşikar. Ancak yazının önceki bölümlerinde belirttiğimiz üzere filmin meselesini destekleyici nitelikte yapılan (homage) yalnızca Lynch ve Croenenberg referansları; tek cümle ile ifade edersek Lynch’in gizemli fakat tekinsiz evrenine yapılan sayısız gönderme ve Croenenberg’in vücut korkusu ve sci-fi üzerinden örtüştüğü anlatı diyebiliriz. Diğer yandan Kubrick ve Hitchcock referansların yalnızca pastiş niteliğinde olduğu görülüyor, kanımızca bunun amacının ya da sebebinin salt dikkat çekmekten öte Fargeat’ın biraz da nükteli bir karaktere sahip olması. (Bir itiraf, bir sinefil olarak, pastiş ya da homage olsun filmi ilk izlediğimde (hatta her izlediğimde) ayrı keyif aldım bu göndermelerden, belki de yönetmenin bir amacı da bu idi).

Intentio Lectoris (Okurun / İzleyicinin Niyeti)

Öncelikle yazının başında filmin yolculuğundan bahsetmiştik: Cannes’daki sektör profesyonellerinden festivallerdeki izleyicilere ve sinema salonları ya da platformlar aracılığıyla geniş kitlelere ulaşan genel izleyiciye kadar. Ayrıca, Fargeat’ın filminin arthouse ve ticari sinema arasında konumlanmasından dolayı geniş bir kitleye ulaştığını da vurgulamıştık. Bu nedenle, filmin farklı izleyici grupları tarafından, hatta bazen iki uç noktada, farklı yorumlanması izleyicilerin beklentileri ve kendi anlam-bağlam eğilimleri doğrultusunda kaçınılmazdır.

Burada dikkat edilmesi gereken asıl nokta, izleyicinin filmi beğenip beğenmemesinden bağımsız olarak, yönetmen ya da filmin niyetiyle diyalektik bir bağ kurabilen ‘örnek okur/izleyici’nin görüşlerinin film hakkında en doğru referansı oluşturabileceğidir. Bu bağlamda, geniş bir kitleye ulaşan bir filmde, metin ya da yönetmenin niyetinden çok uzak, özensiz ve aşırı yorumların göz ardı edilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.

Ayrıca, acı bir gerçek olarak, filmin PR malzemesi haline getirilerek metalaştırılması ve fetişleştirilmesi, (ve ayrıca Sue / Elisabeth giysilerinin ve filmdeki diğer nesnelerinin satılması vs) özellikle Örnek İzleyici, sinefil ya da bilinçli izleyici için filmi değersizleştirmiş ve filmin asıl meselesine zıt düşecek şekilde anlaşılmaya bile gerek kalmadan tüketilmesine sebep olmuştur.

Son Söz, Fargeat’ın genç bir yönetmen olarak The Substance filmiyle, eksikliklerine rağmen, güçlü bir potansiyel ortaya koyduğunu söylenebilir; aynı şekilde gelecek projelerinin yönetmenin sinema kariyerinde belirleyici bir rol oynayacağı bir gerçek. Eğer Fargeat, potansiyelini ticari kaygılardan arındırarak tamamen yaratıcı bir vizyonla şekillendirebilirse, sinema dünyası usta bir yönetmen kazanmış olacak.

Nil Birinci

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.