//

Nu Astepta Prea Mult de la Sfârsitul Lumii (2023)


Nu Astepta Prea Mult de la Sfârsitul Lumii (2023)
                                                                   

World-class TroublemakerRadu Jude için seçilebilecek en kısa tanımlardan biri bu olabilir. O, filmlerine çok uzun isimler vermeyi tercih diyor. Diğer yandan, yavan hatta bazen klişe olsalar da akılda kalıcılık için kısa tanımlar en iyisidir. Sinemanın her döneminden alışkın olduğumuz baş belalarını düşündüğümüzde akla gelen ortak özelliklerinin arasında işlerinde kabalaşmaktan asla çekinmeyişleri mutlaka olur. Söyleşilerinde bıraktığı mütevazi, kendi halinde, komik ve içten izlenimle tezat bu kabalığın arkasında yatan düşünceyi Jude’un şu sözlerinden az çok anlayabiliyoruz : 

“Kabalık günümüzde birilerini sinirlendirmek için elimizde kalan az sayıda şeyden biri”

Belki bu cümleyi şöyle devam ettirebiliriz; birilerini sinirlendirmek, görünür olmanın en etkili yoludur, tıpkı en büyük etkilenişlerin kimi zaman nefretle başlaması gibi. (Kendisi ilk kez bir Godard filmi izlediğinde, bir daha Godard izlememeye karar verecek kadar nefret etmiş. Üzerinden seneler geçtikten sonra tekrar izlediğinde ona duyduğu hayranlığı ise nefretle başlayan aşklara benzetiyor.) Görünür taraftaki bu agresif, öfkeli ve kaba tarzın altında belli belirsiz hissedilen hassasiyet ve sevgi ise onun tarzının asıl vurucu gücünü oluşturuyor. Hedefsiz bir agresyonun ötesinde, duygu sömürüsüne kaçmayan bir sevgiden ve hassasiyetten kaynaklanan öfke söz konusu. Tarzı kesinlikle yenilikçi olsa da onun bu “sevmekten kaynaklanan öfkesini” kendi adıma oldukça nostaljik buluyorum.

Radu Jude için bunları söyledikten sonra son filmine geçebiliriz. Nu Astepta Prea Mult de la Sfârsitul Lumii merkezine günümüz Romanya’sında, tanıtım ve reklam filmleri çeken bir ajansta çalışan Angela’yı alarak, onun üzerinden ülkenin, şehrin, erkeklerin ve kadınların yıllar içindeki değişimini ve yıllar geçse de hala değişmeyenleri, kimi zaman alaycı, gürültülü ve öfkeli kimi zaman sessiz ve hassas bir dille anlatıyor.  Konu oldukça ciddi olsa da filmdeki yükselen ve alçalan unsurlar oldukça uyumlu. İzleyicisinin ilgi ve merakını uzun süre canlı tutmayı başarmasında rol alan etkenlerden biri de bu uyum denilebilir. Filmin içine Angela Merge Mai Departe (Angela Moves On, 1981) filminden yapılan montajlar ve izleyicinin dikkatini çekecek detaylar için bu kesitlerin hızının yavaşlatılması ve odaklanışları, filmdeki yenilikçi unsurlardan sadece birkaçı. İlk kez kullanılan bir yöntem olmasa da filmde kullanılan her çekimi bir düzlem olarak kabul edersek (80lerdeki film, Angela’nın günlük hayatının çekimi, Angela’nın sosyal medya avatarının görüntüleri, Angela’nın tanıtım filmi için yaptığı çekimler, 4 dk’lık otoban haç çekimi ve finalde eklenen tek çekim kamera arkası sahnesi), bu kadar farklı düzlemin peşi sıra kurgulanmasının kesinlikle benzersiz olduğunu söyleyebiliriz. Her birinin kendi çekim tekniği, kalitesi, rengi ve dili var. Normalde bir karmaşaya dönüşebilecek bu kurgu, günümüze özgü uyaran çılgınlığı, dikkat karmaşası “sayesinde” karmaşıklaşmıyor – aksine dikkati üst seviyeye ulaştırabilen eksiksiz bir bütün oluşturabiliyor. Bu noktadan baktığımızda filmin zamansız bir film olmadığını söyleyebiliriz. Bundan yirmi sene önce yaşayan veya diyelim ki hayatını modern dünyadan uzakta inzivada geçiren bir kişiye izletilseydi akıştan duyduğu rahatsızlık ve ilişkileri yakalamasının imkansız oluşu muhtemelen filmi izlenmesi imkansız bir noktaya koyacaktı. İnsan beyninin ve algılama biçimlerinin ne kadar hızlı değiştiği düşünüldüğünde, Jude’un filmdeki tarzını sırf yenilik olsun diye değil, tam olarak günümüz algılama biçimi üzerine biraz kafa yorarak seçtiği söylenebilir. Açık konuşalım, dakikalar boyunca bir ticari aracın yan koltuğunda, kötü müzik, berbat trafik, ağzı bozuk bir kadına maruz kalmayı katlanabilir kılan şeyi hafife almamalıyız.

Sinemada yönetmenlerin yarattıkları dünyanın başarısı önemli bir etkendir; kendine özgü bir dünya yaratabilmesi, izleyicisini olduğu dünyanın dışına çıkarıp kendi dünyasına, kendi hikayesine alabilmesi. Radu Jude ise apayrı bir dünya yaratmak yerine tarihten bugüne zaten içinde olduğumuz dünyadan kesitleri bir araya getirerek adeta bir belgesel-kurmaca yaratıyor.  Bunun bir sonraki adımında Cache (2005) filmindeki gibi güvenlik kamerası çekimleriyle de bir hiper-montajlama akla geliyor, kim bilir ileride çekeceği filmin konusuna uygunsa bunu da görürüz. 

Filmin sıradışı kurgusundan sonra hikayesine geçersek; Radu Jude öz yaşamındaki ufak anıları, oyunculara ait kişisel detaylarla birleştirmeyi tercih etmiş. Örneğin tanıtım filmine konu olan adamın kafasına bariyer demiri düşüş hikayesini Radu Jude geçmişte bizzat çekmek durumunda kalmış. “Böylesi bir hikaye kurgulanamayacak kadar absürt” diyor. Absürtlüğünü gerçek oluşundan alması güzel bir ayrıntı. Benzer şekilde, büyük şirket patronunun birkaç saniyeliğine online toplantıya bağlanıp “Tek bir şey istiyorum : Duygu!” sahnesi ve arkasından gelen yakın plan açıklaması da yine Radu Jude’un bir telekom firması reklam sürecinde yaşadığı gerçek olaylar. Sektöre ayrıcalıklı bir noktadan girmediğinden, yaşananları bu kadar içeriden ve çıplak bir şekilde yansıtabilmiş. Soyisminde Radu geçen ana kahraman Angela’nın, isimden çağrışımlı çingenelik üzerine muhabbeti de muhtemeldir ki Radu Jude’un gerçek yaşamına yapmak zorunda kaldığı konuşmalardan biri.Filmde kadın üzerinden ülkenin değişiminin anlatılması ve kısmen hissedilen geçmişe özlem, Radu Jude’un Fassbinder ile benzerliğinin sadece kuduz köpek gibi sağa sola saldırmasıyla sınırlı kalmadığını da gösteriyor. Eşitlik, özgürlük, bir ticari araçta görev icabı yorgun bir sevişmeye ve payetli bir elbise üzerindeki lekeye dönüştü. 80’ler Angela’sından günümüz Angela’sına kadar bir yerde bir şeyler ters gitti ama nerede? Tüm bu grotesk detayların ötesinde yine aynı payetli elbise üzerinden yansıyan güneş ışıkları içinde uyuyan Angela tam da bir rönesans dönemi meleğine benzemiyor muydu? Peki tamam benzemiyordu ama andırıyordu. İşte Radu Jude’un sevgiden kaynaklanan öfkesinin nostaljisi ve doğru ışıkta kendisini gösteren hassasiyeti de tam olarak bu sahnelerde yakalıyoruz. Tıpkı çok kötü geçen bir gün yüzünüzü gökyüzüne kaldırdığınızda gökyüzünün olağanüstü rengini ve bulutlardan süzülen güneş ışığını fark ettiğinizde olduğu gibi. 

Doğru ışıkta seçilen hassasiyetlerden bir diğeri de şehir ve binalardı. 80’ler Angela’sının annesi Çavuşesku tarafından yıkılan Uranüs mahallesindedir. Eskiden o mahalledeki evlerin ne kadar güzel olduğunu izleriz. Günümüze ve ticari aracın camından gördüklerimize bakılırsa, bu güzel mahallenin dönüştüğü şey ise modern, çirkin ve ruhsuzdur.  Angela’nın anneannesinin mezarının da yine modern bloklar için taşınması gerekiyordur. Özetle annelerin evlerini, ne yaşarlarken ne de öldüklerinde rahat bırakırlar. “Yaşarken boktan binalarda yaşamaya mahkum edildik ölünce de yatacak yerimiz yok” şeklinde özetlenebilecek bu öfke, kaynağını ise kaybedilen güzelliklere olan sevgiden alıyor. 

Filmin sessiz hassasiyetlerinden devam edersek; ölümcül otobandaki trafik kazalarında ölen 600 kişi için dikilen anıt haçların gösterildiği bölüm yaklaşık 4 dk sürüyormuş. Çekimlerin toplamı aslında 11 dk’lıkmış ama daha “katlanılabilir” olması için 4dk’ya düşürülmüş Bu noktada akla savaşlar ve katliamlar için davet edildiğimiz 1 dk’lık sessizlikler geliyor. Dünyanın boş gürültüsünü sadece bir dakikalığına susturmak gerçekten bir şeyleri değiştiriyor mu bilinmese de insanı kendisine yabancılaştırdığı da bir gerçek.

Fimde zaman içinde değişmeyen şeylerin başında ise ırkçılık geliyor. Ne kadar akıllı ve okumuş olsa da (yatak başında Henry Fielding’in The History of Tom Jones kitabı duracak, Faulkner espirisi yapacak ve Goethe alıntılayacak kadar) Angela çingene mahallesine önyargılı olmaktan kendisini alamaz. Çingene önyargısı bir yabancı olan Avusturyalı yönetici karşısında yerini özentiliğe bırakır. Avusturyalı Goethe torunu istedi diye önyargılı olduğu çingene müziğini gururla açacaktır, Avusturyalı’nın otantik bulduğu şey güzel olmalı.

Sonuç olarak adından ve filmde sürekli çalan 9. Senfoniyle ironik bir şekilde hatırlatıldığı üzere (kardeş olun ey insanlar bunu ister tanrımız) nereyse gidersek gidelim, ne kadar karamsarlığa kapılırsak kapılalım, ne doğduğumuz ülkeden ne de türümüzden kaçabiliyoruz. Bundan elli, yüz, iki yüz sene önce de var olmuş bu melankoli Radu Jude’un elinde kara mizaha dönüşüyor. İnsanlık daha iyiye gitmiyor evet ama bu umutsuzluğun içinde bile hala hayat var. Diğer yandan depresyon ve hissizliğin aksine melankoli ve öfkenin hep umut semptomları olduğu da bir gerçek. Özetle yakın planla dalga geçse de bu filmin de hissiz ve umutsuz bir film olmadığını şüphesiz söyleyebiliriz.

Önemsiz not : Finaldeki tek çekim sahnede arka planda görülen köpek kulübesindeki Bella yazısının ve altındaki kalp işaretinin Masterclass’ta takıldığı Kristen Steawart’a gönderme olup olmadığı; tiktok’ta dans eden sakallı çocuğun (Cüce?) Radu Jude benzerliğinin, filminde kendisini gösteren yönetmen olayına Radu Jude yorumu olup olmadığı belirsizliğini koruyor. Dilerim bu önemsiz detayları merak edip, bir söyleşisinde soracak birileri çıkar.

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.