Nu Astepta Prea Mult de la Sfârsitul Lumii (2023)
Radu June, ülkesi Romanya ile birlikte dünyanın da sonunu kazımaktan hiç çekinmiyor.
Polonyalı şair Stanislaw Jerzy Lec’in bir aforizması olan Do Not Expect Too Much of the End of the World filminde eleştirel düşünce, ironi ve sivri mizah, derinlikli olan ya da olmayan çok katmanlı hikayeler ve bunların kusursuz bir mükemmellik ve anti-mükemmellik ile uyumu, uyumsuzluğu var; Radu Jude yine bildiğimiz gibi… Fakat yine de hiç beklemediğimiz bir şekilde. Jude çağımızda hala bunu nasıl başarabiliyor?
Erken sabahın karanlığında zar zor uyanabilen Angela ile filme başlıyoruz. Başucunda bir kitap, yarıda kalmış şarap şişesi haricinde Angela hakkında henüz bir fikrimiz yok. Gireceği ortamlarla hiç uyumlu olmayacak payetli bir elbise giyip yola çıkıyor.
Filmin büyük çoğunluğunda ön koltuğa hapsolmuş halde odağa aldığımız Angela, arabasına sıkışmış, tükenmiş bir halde işverenine ve kendisine tepki gösteren sürücülere küfür ederek sürmeye devam eder. Seyirci de kamera ve ses dizaynı ile Angela’nin sıkıntısını yaşar: Angela’ya close up yapmanın yanında, onun araba camından gördüklerine bakar, radyoda dinlediklerini dinler, vites kolu ile cebelleşir. Ve sonra ara sıra nefes alır; Angela’nın bu zorlayıcı günlük rutininden kaçış olarak ürettiği Bobitta, ekranı monokrom paletten uzaklaştırarak filme rengi getirir. Angela kaba görünüşü, absürt yüzü, bozuk ağzı ve buna rağmen pratik zekaya sahip ve edebiyattan referans verebilecek kadar da bilgili bir öteki yaratmıştır. Angela bu mizojen, ırkçı ve son derece itici karakter ile sadece rutininden kaçışı hedeflemez, aynı zamanda erkeksi toksisiteyi bu şekilde geri dönüştürdüğünü, bunun kendisini öfkesinden kurtardığını ve bu tahakkümü eleştirebildiğini de açık eder. Sonra küçük bir sürpriz daha: bir film setinde kült Alman yönetmen Uwe Böll ile karşılaşıp röportaj bile yapar; kendisi gibi ağzı bozuk bir şekilde, Bobitto kendi haterlarına, Uwe ise züppe eleştirmenlere küfürler savurur.
Angela’nın günlük yaşamında tecrübe ettikleri ile anladığımız, kapitalist sistemin kurumsallaşmış sömürüsü, bunun sebep olduğu ahlaki yozlaşma, yönetim eleştirileri ve daha da fazlasını paletinde barındıran koskoca bir günümüz Romanyası tablosu. Çekilecek iş güvenliği videosu için Avusturya ile toplantı yapan Romanyalı şirketin durumu, yoksul Doğu Avrupa’nın Zengin Batı ile ilişkisinin bir metaforu. Bunun üzerinden kapitalist açgözlülük, her şekilde kamufle edilmeye çalışılan kölelik vurgusu, ama kamuflenin asla işe yaramayacağı kadar ileri boyutlardaki işçi sömürüsünün getirdiği dekandans, Jude’nin başarıyla dokunduğu noktalardan bazıları. Karl Marx’ın eseri Bükreş’i delen bir rezidansta post-modern bir süs objesine dönümüş durumda. Sadece bu da değil, Nina Hoss’un oynadığı karakter olan Doris Goethe’nin ağzından, çuvaldızı ülkesine batırarak asıl mesajını veriyor yönetmen: “Batı bunları yaptıysa, onlara bu yetkileri veren Romanya hükümetidir…”
Avusturyalı şirketin temsilcisi olarak Doris, toplantı sunumunu kaplayan kocaman silueti ile arka planında “kutsal plazalar” olan kapital bir tanrı olarak yansıtılıyor. Sonrasında da bir günlüğüne Romanya’daki şirketi ziyaret etme lütfunda bulunan Doris’in şehirde hayran kaldığı tek şey, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde şehrin ortasındaki yekpare ve grotesk “Çavuşesku Sarayı”. Diğer yandan soyadına dikkat: Goethe, ve evet gerçekten onun soyundan geliyor. Kitap kurdu olduğunu anladığımız Angela, Goethe’den alıntılar yaparak bunun ne büyük bir şans olduğunu söylediğinde ise Doris acı bir gerçek ile onu savuşturuyor: Aileden olduğunuz zaman bu kültürel miras bir yüke dönüşüyor ve umursamamak, bundan kaçmak istiyorsunuz. Kapitalin gerçek manevi değerlerinin altını nasıl boşalttığına dair seyircinin yüzünde hissettiği bir tokattır bu sahne.
Ve filmin belki de en güzel anları, Angela’nin Doris’i havaalanından aldığı yol üzerinde gerçekleşiyor: Angela bugüne dek altı yüz ölüme sebep olan bir yoldan kaçınacağını söylediğinde Jude filmi kayda değer bir süre ile durdurur, tüm sesleri kısar; ve kamera o kurbanları onurlandırmak için, altı yüz ölüye ithafen 600 haç işaretinin tamamını gösterir. Çünkü yetkililerin ihmal ve umursuzluğuna rağmen insan hayatı çok değerlidir.
Sinema tarihine önemli referanslar veren filmde karakterlerden biri, Jean-Luc Godard’ın yaşamını ötenazi ile sonlandırmasından bahsediyor. Radu ise sıradışı diyalektik yaklaşımı, zaman içinde ileri geri giderek ve farklı bakış açıları kullanarak yarattığı karmaşık ve çok katmanlı hikayeleri ile ve denediği tüm bu sinematik tekniklerle kolajladığı tür, biçim ve stiller üzerinden seyircisini rahatsız ediyor ve meydan okuyor. Tıpkı Godard gibi, usta yönetmene harika bir saygı duruşu… “Godard benim için tanrı gibidir. O her yerdedir.” RJ
Filmde mise en abyme dokunuşlar
Paralel evrende gösterilen ve 80ler Romanya klasiklarinden bir bir film olan Angela merge mai departe (Angela moves on, 1981) ile Çavuşesku döneminde bir taksi şoförü olan ikinci bir hikayeye atlıyoruz. İki karakter arasında benzerlikler ve farklılıklar var. Eski Angela’nin hikayesi güzelce restore edilmiş renkli bir film, yeni Angela’nin renk paleti ise sepya gibi, karanlık, grenli, yüksek kontrastli siyah beyaz; her an çökecekmiş gibi görünen distopik bir evren neredeyse. Eski film sansür ile temsil edilen bir şehir hikayesi iken, yeni film kapitalizmin distopik ortamını mesken ediniyor. Aralarında elli yıl fark olmasına rağmen, eski Angela’nin başına gelenler benzer şekillerde yeni Angela’nın da başına geliyor.
Eski Angela’yı canlandıran Dorina Lazar artık yaşlanmış hali ile günümüze dahil oluveriyor. Üstelik Genç Angela’nın iş için röportaj yaptığı bir ailenin reisi olarak kilit bir rol üstleniyor, oğlu artık tekerlekli sandalyeye mahkum ve iş kazası mağdur olarak yeni Angela’nin adaylarını aradığı iş güvenliği videosunda yer almayı umuyor. Avusturyalı firmayı kazasından dolayı suçsuz kılmayı amaçlayan, gerçeğinden arındırılmış bu videoda Jude, işçi kanını herkesin eline bulaştıracak.
Jude’un eski filme çok güzel bir dokunuşu var: aslında sansürlenen eski filmde, yine de sansürden kaçan detay görüntüleri vurgulamak ve totaliter rejimin göstermek istediği gerçeklikten farklı bir gerçekliği tasvir etmek için, bazı sekanslarda ağır çekim, hatta aşırı yavaş çekim kullanıyor; örneğin bir mağazanın önünde sıraya giren insanları veya yoksulluğun kendisini gördüğümüz sahnelerde.
Deneysel bir anlatı yapısı aracılığıyla metatiyatral bir şekilde birleşen bu iki film bize Jude’un yeni teknikleri denemekten asla vazgeçmeyeceği anlamında umut vaad ediyor.
Nihayetinde Do Not Expect Too Much of the End of the World çağımızın en cesur yönetmenlerinden biri olan Radu Jude’un cesaretinin bir anıtı, distopyayı komediyle anlatabilme yeteneğinin göstergesi. Kendi sözleri ile sonlandırırsak; “Aslında filmlerimin kötü olabileceği gerçeği beni özgürleştiriyor.”
Prömiyerini yaptığı Locarno IFF’den jüri ödülü ile dönen Do Not Expect Too Much of the End of the World’ün şu an için 3 ödül 3 adaylığı bulunuyor. Film aynı zamanda Romanya’nın da Oscar adayı.
Nil Birinci