/

Sinemada Kadın Arketipleri : Lolita

Little Red Riding Hood, Henry Liverseege (1830)
Lolita (1997)
Mouchette (1967)
Mouchette (1967)
Mouchette (1967)

Yatmadan önceki geç ve karanlık vakitlerde yaşlı bir kadın rüyaların yapıldığı iplerle örmeye başlardı masallarını. Ateş kırışıklarla dolu yüzünü aydınlatırken, gözleri geceden bile karanlıktı. Çevresinde toplanmış insanlara, bir yükselen bir alçalan çatlak sesiyle anlatırdı. En dikkatli dinleyicileri, annelerinin kucağına sokulmuş, meraklı gözlerle onu seyreden çocuklardı. “Her şey” dedi masalcı, “kırmızı başlıklı küçük bir kızın hikayesiyle başladı. Kolunda taze kurabiye dolu bir sepetle karanlık ormanda bir yolculuğa çıkmasıyla. Ormanın öte yanında yaşayan anneannesinin kulübesine giden patikada yapayalnız yürürken, arkasında bir ses duydu. Onu takip eden kurdun üstüne bastığı ince bir dalın çıtırtısıyla ürperdi kırmızı başlıklı kız” dediğinde annelerine daha çok sokuldu çocuklar.

Evet, binlerce yıl önce kurmacanın, gerçeği kendinden daha etkileyici bir şekilde anlatabildiği keşfedilmişti. Hatta anlatılamayan gerçekleri bile. Bugün dahi herhangi bir insanı yoldan çevirseniz, masalın devamında kulübeye ulaşan kızın kurtla konuşmasını ezberinden anlatabilir. İşte; neredeyse sonsuz kadar uzun yıllardan beri yaşayan bir kurmaca. Peki bu kurmacanın arkasındaki gerçek hep bildiğimizden çok farklı olabilir mi? Söylenen odur ki kızın kırmızı başlığı, çocukluk günlerinin geride kaldığının habercisi menstüral kanı, kolunda taşıdığı sepetteki kurabiyeler ise bekaretini simgeler. Gizemli orman ise henüz keşfedilmemiş cinselliğidir. Keşfedilmemiş bir orman gibi bilinmezlerle dolu cinselliğinde bir yolculuğa çıkmıştır. Yaşlı anneannesi hayat döngüsünde yerini ona devretmektedir. Diğer yandan kırmızı başlıklı kız şaşkın ve bilgisizdir. Kurdun kocaman kulakları, kocaman burnu gibi yabancı ve normalden büyük organları karşısındaki tepkileri üzerinden daha fazla devam etmeye gerek yoktur herhalde. Böyle bakıldığında gerçekten de kırmızı başlıklı kız masalı bilinenin ötesinde bir anlam kazanır, bir kız çocuğunun genç bir kadına dönüşümünün anlatısına. Bu masal, Nordik, Rus ve hatta Afrikalı topluluklarda da farklı versiyonlarıyla anlatılagelmektedir. Arkasında yatan gizli anlamları bilmeden de olsa, hepimiz bu masallarla büyüdük. Kırmızı başlıklı kızın masalı, Lolita arketipinin bilinen en eski şablonlarından biridir. 

Kurmaca anlatımının mirasını devralan sinema da masalların pek uzağına gidemez.  Deneyimsiz kadın cinselliğinin korkutucu masalları kendisine bir isim de bulacaktır. Nabokov’un, yazıldığı dönemde büyük tartışmalara konu olan romanı Lolita’dan adını alan bu terim 1955’te hayatımıza girdi. Ülkesindeki baskıcı rejimden kaçarak Avrupa’ya sığınan Nabokov, yazım stilinde özenli olsa da kitaplarını yayınlatacağı yayınevleri konusunda seçici olma şansı bulamamıştır. Kendisine ancak müstechen yayınlar yapan yayınevleri yanıt verdiğinden ilk eserleri bu şekilde basılır. Lolita romanı, edebi değerinin yanında konusu itibariyle de yayınlandığı sene çok ses getirir. Amerika’da kendisine yayınevi bulamaz, İngiltere’de sansürlenerek yayınlanmak istenir. Özgür düşüncenin kalesi Fransa’da, sonradan düşecek bile olsa, bir davanın konusu olmuştur. Lolita romanını okumayanlar için kısaca bahsedersek ; günce şeklinde ilerleyen romanın ana karakteri Humbert otuzlarını yarılamışken, 12 yaşındaki Dolores’le tanışır. Dolores annesini kaybetmiş ve hayatın güçlükleriyle tek başına mücadele eden bir kızdır. Onun masumiyeti ve güzelliği, Humbert’ı kontrol edemediği arzularının pençesine sürükler.  Humbert Dolores’e Lolita adını verecektir. Humbert’ın manipülasyonlarına hedef olan Lolita, esasında zayıf bir karakter olmasa da hayatta kalabilmek için ona sürekli empoze edilen beklentilerle, kendi evrilen kimliği arasında bir çatışma yaşayacaktır. Romanın kapsadığı dönem, Dolores 17 yaşına gelene kadar devam eder. 

Nabokov’dan onlarca yıl öncesinde de ünlü Japon yazar Jun’icihiro Tanizaki’nin kaleme aldığı Naomi (1927) romanı, bir erkek tarafından evlilik hedefiyle yetiştirilen bir kız çocuğunu konu alıyordu. Kültürler ve dönem değişse de kız çocuğunun kadınlığa dönüşümünde, kitabın anlatıcısı ana karakterin gözündeki imgesi Nabokov’un Lolita’sıyla oldukça benzerlik gösterir. O kitapta da Naomi bir düşkünler evinde doğmuş, hayatın zorluklarıyla tek başına mücadele eden bir karakterdir. Son olarak, biraz daha geriye gidersek 1912 tarihinde yayınlanan Death in Venice adlı kısa romanına rastlarız. Ünlü yazar Thomas Mann bu romanında çocuk yaştaki bir erkeğe aşık olan yaşlı bir adamın hikayesini anlatmaktadır. Diğerlerinden farklı olarak onunkisi asla iletişime geçemediği platonik bir tutku olarak kalsa da masumiyete ve güzelliğe yönetilen, ahlaki açıdan tartışmalı arzu ortaktır. 

Başta sanatsal açıdan diğerleri arasından ayrışan Luchino Visconti’nin Death in Venice’i olmak üzere, bu romanların daha sonra sinema filmi olarak gösterime girdiğini de ayrıca belirtmekte fayda var. Bu noktada durup sözlü anlatıdan farklı olarak sinemanın ve edebiyatın masalcılarının uzun yıllar boyunca hep erkek olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bununla birlikte, And God Created Woman (1956) filminde kendisini erkeklerin aynasından seyreden Brigitte Bardot’a da geçebiliriz. 

Film eleştirmeni, Ginette Vincendeau’nun Brigitte Bardot ile ilgili makalesini okumayanlar için onun imajı muhtemelen sadece çok güzel ve vahşi bir kadından ibaret kalabilir. Güzelliği haricinde dikkate değecek bir oyunculuğu olmadığı gibi, çağdaşı Marilyn Monroe’dan tek farkı, Monroe erkek arzularına karşı daha itaatkarken, Bardot’nun biraz daha iddialı ve asi olması denilebilir. Vincendeau ise yazısında, bu imgeyi derinleştirip şöyle anlatmış : “Güçlü, azgın cinselliği, çocuksu özelliklerle birleştiren seks oyunbazı imajıydı : çoğunlukla at kuyruğu yapılmış ve genç kızlara uygun bir bukleyle dengelenen uzun vahşi saçları…”  ve böyle devam ediyor. Makalede, Simone de Beauvoir’a ait `Brigitte Bardot and the Lolita Syndrome` yazısına referans verilir. Beauvoir, Vincendeau’dan farklı olarak Bardot’nun Fransız kadınlarının kendini özdeşleştirdiği bir imge olmadığı görüşünün altını çizmektedir. Ona göre Fransa’da tutmayan filmlerin, Amerika’da Blockbuster olmasının da özel bir sebebi var. Amerikalı erkekler, Bardot’nun, mimiksiz, deyim yerindeyse poker face oyunculuğunu onun “deneyimsizliğine” bağlamaktadır. Oyunculukta kötü gibi duran bu özellik, söz konusu cinsellik olduğunda, erkekleri sadece azdırmaz, deyim yerindeyse çıldırtır. Çünkü bu çocuksuluk ve deneyimsizliğin Beauvoir’ın deyimiyle karşılığı şudur: “BB has not been marked by experience. She is without memory, without a past, and she retains perfect innocence that is attributed to a mythical childhood” (“BB deneyimle damgalanmamıştı. Onun hafızası yoktu, geçmişi ve o masalsı bir çocukluğa atfedilen mükemmel masumiyetini hala koruyordu” ) Buradaki masalsı(mythical) ifadesi tesadüf değil. Giriş yaptığımız masallara bağlarsak, erkeklerin bu masum ve yaşlanmayan su perilerine (nymph) aşık olması, mitolojide de oldukça sık rastlanan bir hikayedir. Erkek tanrılar tarafından yutulan su perileri yazısında da detaylandırıldığı gibi, erkekler annelerine dayanan ve sürekli okudukça bir noktadan sonra sıkıcı gelen belirli sebeplerden ötürü, masum su perilerinin peşine düşerler. Özetle kadınların erkeklerin gözündeki algılarının temeli de yine kadın olan annelere bağlanır. Bu sonsuz döngüyü bir kenara alırsak, su perilerinin yaşlanmayışı gibi, BB de “Everytime I’m in love, I think it’s forever” diyerek sonsuzluğa öykünür, bir başka deyişle zamanı inkar eder. Peki bu zamansız masumiyetin erkeklerde bu kadar kışkırtıcı arzu imgesi haline gelmesinin arkasında yatan sebep nedir? Beauvoir’nın bu soruya cevabı tatmin edici. “Kadınları hesapçı, günahkar ve ahlaksız, başka bir deyişle şeytani güçlerin etkisinde” gören inanışın korkusuyla erkek, bu masumiyete sığınır. İşin komik tarafı, ona göre, erkeklerin sığındığı bu masumiyet, kadınlar için şeytani bir tehdit haline bürünmektedir. Daha kısa ifadeyle kadın ve erkek birbirine uzaklaştıkça, kendi içlerinde sahte melek ve şeytanlar yaratırlar. 

Amerikalı erkeklerin ağzının suyunu akıtan bu imgenin Fransız erkeklerini etkilemeyişinin sebebi ise Fransız erkeklerinin güçlü ve vamp kadınları şeytani görmeyişlerinde, cinsellik söz konusu olduğunda bu karakteristiğe sahip kadınlardan oldukça etkilenişlerinde yatar. BB’nin çekiciliği pasif bulunurken, asıl cazibe büyülü ve vamp kadına yakıştırılır. Bu noktada örnek olarak, kendi adıma tüm zamanların en çekici kadın aktrislerinden biri olarak kabul ettiğim,  Marlene Dietrich verilmiş. Marlene boğuk sesi ve ihtiraslı gözleriyle, döneminin Fransız erkeklerini büyülüyordu ve bu büyüden vazgeçmeye hiç niyetleri yoktu, demiş Beauvoir.

Bridgette Bardot’nun salt erkeklerin gözünden ve onların arzuları üzerinden incelenmesi tartışmaya açıktır. Kadınlar, kendilerini bir erkeğin aynasından görmedikleri bir varoluşun özlemini taşırken Brigitte Bardot’yu erkeklere sunulmuş su perisi Marlene Dietrich’i ise bir “üst-kadın” olarak kabul edemeyiz. Bu açıdan, yıllar sonraki Bardot’yu da görmüş olmanın da Beauvoir ile ayrışmamızda etkisi olabilir. 

Sinemanın masalcılarının hep erkek oluşundan ve erkeklerin aynasındaki kadın imgelerinden bahsederken, içlerinde kadın doğasını en dolaysız ve ham haliyle perdeye yansıtabilenleri eklememek haksızlık olur. Bu noktada akla gelen ilk örneklerden biri Fransız yönetmen Robert Bresson’dur kuşkusuz. Bresson, Mouchette(1967) filminde, ölüm döşeğindeki annesine ve henüz bir bebek olan kardeşine bakmak için babasının eziyetlerine göğüs germek zorunda olan taşralı, yoksul kızın masalını anlatır. Filmdeki karanlık orman, yağışlı gece ve ıssız kulübe… Düşününce, kırmızı başlıklı kız masalıyla ne çok ortak yanı var. Mouchette, aşık olduğu kendisinden yaşça oldukça büyük adamla geçirdiği ilk gecesinde keşfeder kadınlığını. Ertesi sabah pastaneci kadının tavırlarıyla tanıştığı ahlak kuralları ise onun kadar masum değildir. Ona yol gösterecek bir annesi de olmadığından hayata karşı yapayalnız ve savunmasız kalmıştır. Mouchette bir yönüyle lolita gibi dursa da azize arketipine de yakınsadığını söyleyebiliriz. İyi masalcıların gücü de bu olsa gerek; insan doğasını en karmaşık yine de en dolaysız haliyle anlatabilme gücü. 

En nihayetinde sinema, masalların ve mitolojinin taşıdığı öyküleme mirasını devraldı ve ateşinin etrafında toplanmış bizlere doğamızın en karanlık sırlarını fısıldamaya devam ediyor.  Zamansız arketiplerin, kadınlık ve erkeklik algılarımızın üzerine düşen gölgesinde arzu ve korkularımızın derinliğini de keşfederiz. Femme fatale, azize, bilge arketipleri de gizemlerle dolu. Masumiyetin ve baştan çıkarmanın sınırında izlediğimiz Lolita’yı takip edecek yazı femme fatale arketipi hakkında olabilir belki. Hem zaten Marlene Dietrich, sirenlere özgü bakışıyla bizi ölümcül cazibesine çağırırken, bu davete nasıl karşı koyabiliriz? 

Zeynep Bakanoğlu

 

Marlene Dietrich by Eugene Robert Richee (1937)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.