Sinemada Kadın Arketipleri : Azize

Friedrich Justin Bertuch (1806)
Le Passion of Jeanne D'Arc (1928)
Le Passion of Jeanne D'Arc (1928)
Duvardaki Feniks Tasviri
Vivre Sa Vie (1962)
Le Passion of Jeanne D'Arc (1928)

Sinemada Kadın Arketipleri - Azize

Sinemada kadın arketiplerinin ilhamı, Carl Theodor Dreyer‘in La Passion de Jeanne D’arc filmi, bir başka deyişle, azize arketipiydi. Onun hakkında yazabilmek için Lolita ve Femme Fatale yollarından geçmek, bir ucundan anne arketipine de dokunmak gerekti. Arketipin ekümeniklik ilişkisi ve salt kadınlara özgü olmayışı yüzünden çevresinden dolanıp, doğru zamanı beklesem de o kendisini hiç unutturmadı. Ve işte buradayım, bitirdiğimde tam da olmam gereken yerde olduğuma kuşkum kalmayacak.

Arketipin özünü oluşturan, acı ve adanmışlık İbrani dinlerin çok daha öncesine dayanıyor. Simurg (Pers), Phoenix (Yunan) veya Türkçede bilinen adı olan Zümrüt Anka kuşu ile başlayabiliriz. Doğudan batıya tüm mitolojik anlatılarda kendisine yer bulan sonsuz bilgeliğin sahibi bu yaratığın özelliği yanarak yok olduktan sonra küllerinden doğuşudur. Kimi zaman Kaf dağına zahmetli bir yolculuğun anlatıldığı bir masalda, kimi zaman da Shakespeare’in dizelerinde duyarız adını : 

… Nor shall this peace sleep with her;
The bird of wonder dies, the maiden phoenix,

Her ashes new create another heir
As great in admiration as herself;
So shall she leave her blessedness to one,
When heaven shall call her from this cloud of darkness,
Who from the sacred ashes of her honour
Shall star-like rise as great in fame as she was,
And so stand fix’d …

Anka kuşu’nun şahitlik ettiği sırlar yeniden canlanışı sonrasında temiz kalpli bir avuç seçilmiş insan için inandırıcı gelir sadece. Bu sırlar ona inananlar için bir kurtuluş olsa da insanlığın geri kalanı için akıl almaz bulunduğundan döngünün sonsuzluğu mutlaktır. Anka gözle görünmeyene, akıl ile anlaşılmaz olana tanıklık eder, yanarak kül olur, ve tekrar doğar, ve tekrar.

Bu ilişkiyi kurduktan sonra Dreyer’in azizesine geri dönebiliriz. 1928 tarihli başyapıtı öncesinde Dreyer, Paris Belediyesi arşivinden Jeanne D’Arc‘ın dava tutanaklarını okur. Jeanne D’Arc, tarihte bilindiği üzere, Yüzyıl Savaşları’nda Fransa’nın İngilizlere direnişinin sembolü olan bir genç kadındır. Onu yargılamak üzere kurulan mahkemedeki suçlamaların görünürdeki gerekçesi heretiklik iken arka planda politik nedenler söz konusudur. Henüz reşit olmayan, fakir ve okuma yazma bilmeyen, cahil bir kızı köyünden çıkarıp direnişte herkesin takip ettiği bir sembole dönüştüren mucizenin kaynağı ise sadece onun duyabildiği ilahi seslerdir. Tanrı’nın onu Fransızların kurtuluşu için görevlendirdiğine inanan, buna çılgınca bir inançla bağlı olan Jeanne D’Arc’ın bu ilahi mesajları hangi yollarla aldığı, finalde filmin izleyicisine de açık edilecektir. 

Dreyer sessiz filminde dava tutanaklarındaki metinlere sadık kalmayı seçmiş. Zamanla filme etkileyici müzikler giydirilse de orijinalinde müzik olmayan, diyalogları kısıtlı yapımdaki asıl etkiyi sinematografi ve özellikle yakın plan çekimlerde izleyenini hipnotize eden Maria Falconetti‘nin oyunculuğu yaratıyor. Ayrıca dikkatli bakıldığında Jean D’Arc’ın bulunduğu odanın kapısında öne eğilmiş din görevlisinin arkasındaki duvarda tanıdık bir imge göze çarpıyor. Evet bu imge Feniks’ten başkası değil. 

Filmi üç bölümde incelersek ilk bölümde Jeanne’ın suçlamalara karşı, inancının ve masumiyetinin savunması görülecektir. Başlarda güçlü olan inancı, ruhban sınıfını otoritenin ona yönelttiği giderek şiddeti artan suçlama ve aşağılamalardan ötürü giderek zayıflamaya başlar. Ne de olsa o cahil, erkek kıyafeti giymiş fakir bir kızdan fazlası değildir. İkinci bölüm vazgeçiş ve teslim alışı konu alır; Jeanne zayıflayan inancı sonucunda ona sunulan itirafı kabul etse de başına geleceklerden çok tüm kalbiyle inandığı mucizeye düşen şüphenin acısını çekiyordur. Onu destekleyen sayıca az (seçilmiş) insan, otoriteye karşı gelemese de için için Jeanne’ın masumiyetine inanmakta, finale doğru doruğa ulaşacak enerjiyi toplamaktadır. Filmin üçüncü bölümü, yani finali hem ölümü hem de yeniden doğuşu simgeler. Kesilen saçlarının üstüne düşen hasırdan tacıyla ilahi mesajına imanı tazelenen  Jeanne, itirafını geri alır. Tıpkı Feniks gibi yanarak ölmeye mahkum edilen Jeanne’ın bu kahramanca ölümü, Fransız halkının İngiltere işgaline karşı ayaklanmasının da başlangıcı olur. Yani Anka kuşu vaadedilen Kaf Dağı için onu izleyenleri harekete geçirir, sarsılmaz inancını pekiştirdiği dayanılmaz acı ve cesaretiyle görevini yerine getirir.

Sonuç olarak; azize arketipinin tüm özelliklerini kendisinde gösteren Jeanne’ın ve azize arketipin özünü, acı, delice bir amaca/mucizeye olan sarsılmaz inanç ve masumiyet oluşturmaktadır diyebiliriz. Masumiyet bir anlamda var olmanın lanetine karşı insanlığın yegane kurtuluşudur. 

 

Madchen in Uniform (1931)

Dreyer’in azize anlatısının kendisini takip eden sinemacılar üzerinde olağanüstü bir etkisi olur. Fransız yeni dalga tanrılarından Godard ilk akla gelen olsa da kronolojik ilerlersek ilk olarak Madchen in Uniform (1931) filmiyle devam etmek yerinde olur. 

Christa Winsloe‘nin otobiyografik öğeler içeren oyunundan uyarlanan ve Leontine Sagan‘ın yönettiği 1931 tarihli film 1. Dünya Savaşı döneminde Prusya’daki bir yatılı okulda geçer. Filmin ana kahramanı Manuela, ölen annesinin acısı henüz tazeyken kendini Hristiyan eğitimi veren ve çok katı bir disiplinle yönetilen bir yatılı okulda bulur. Yatılı okulun öğrencileri mahkumlarınkine benzer çizgili üniformalar giyer, saçlarının tek tip olması ve sıkıca firketeyle topuz yapılması zorunludur. Onlardan beklenen yegane şey “fedakar ve vatansever birer asker eşi” olabilmeleridir. Ülkenin yeni askerler yetiştirecek annelere ihtiyacı vardır. Gel gelelim otoriter okul müdürü ve öğretmen kadrosunun görünürdeki yüzünün arkasında, öğretmenlerden biri, fraulein von bernburg ve öğrencileri arasında normlara aykırı bambaşka bir ilişki sürmektedir. sorumlu olduğu yatakhanedeki tüm kızların aşık olduğu von bernburg, kızlara adeta bir Dominatrix gibi davranır. Bu rolü biraz açarsam; bir yandan öğrencilerinden koşulsuz itaat beklerken diğer yandan onların her birine eksikliğini hissettikleri ilgi ve yakınlığı sağlayan bir anne figürü olmaktan da geri kalmaz. Von Bernburg, yeni öğrencisi Manuela’nın hassas ve korunmaya muhtaç halinden çok etkilenir, ona diğer kızlardan çok daha fazla ilgi gösterir. Filmde anne şefkatiyle karışık bir yakınlığın, genç manuela tarafından yanlış yorumlandığı bir ilerleyiş olsa da kadın kadına aşk o kadar da üstü kapalı değildir.
Bu noktada filmdeki azize temasına geçerken, öncelikle av ve avcı arasındaki o gerilimli ilişkiden bahsetmek gerekiyor. Bunu biraz açalım: Filmde bir anne şefkati verircesine yaklaşan avcı/manipülatör/güçlü figür olan Fraulein von Bernburg karşısında, aşkından başka elinde hiçbir şeyi olmayan av/masum/kırılgan Manuela’da vücut bulmuş çok güçlü bir arketiple, bir azizeyle karşı karşıya kalırız.
Arketip kendisini nerelerde gösterir?
Öncelikle, sarsıcı olaylar ve suçlamalardan sonra perişan haldeki Manuela, aşık olduğu kadının yani fraulein von bernburg’un odasına gider. ondan bu “hastalıklı” hezeyanlarından vazgeçmesi karşılığını alır ve “ben hasta mıyım?” diye sorarken aşkının gerçeğine, bir mucizeye inanır gibi inanmış ama buna kimseyi ikna edememiş bir azize gibidir.Finalde merdivenlerin tepesinden aşağıya, adeta direğe bağlanmış ve yakılmayı bekleyen Jeanne D’Arc gibi bakar. okuldaki tüm kızlar adını sayıklayarak onu ararken, tıpkı Jeanne D’Arc’ın peşinden ayaklanan fransız halkına benzer. manuela, onu izleyen insanlarda, gücünü acısının, masumiyetinin ve inancının büyüklüğünden alan bir coşku uyandırır.
Bir yanda masum aşkı için kendisini feda eden bir azize, diğer yanda kötülüğe ve otoriteye karşı ayaklanmak için aradığı uyanışı bu masum kurbanda bulan halk. tastamam bir azize anlatısı.

Teknik anlamda problemli bir film olsa da özellikle tansiyonun yükseldiği final bölümünde hem kamera planları hem de oyunculuklarıyla çok etkileyici bir anlatıya dönüşen filmi, azize arketipinin sinemada Dreyer sonrası ilk yansımalarından biri olarak kabul edebiliriz. 

Bu noktada azize arketipinin kuir sanatıyla etkileşimi de dikkat çekiyor. Oscar Wilde aracılığıyla tanıştığımız ve homoseksüel erkeklerin gizli azizi olan Saint Sebastian sonrasında, azizelerin de kuir anlatının, bir anlamda kadın kadına aşkın temsili olarak karşımıza çıkışı, toplum tarafından kabul görmeyen sevgileri yüzünden yargılamayla, acıyla karşılaşan homoseksüller için kendilerini ifade edebilecekleri çok etkileyici bir araç olduğundan şaşırtıcı değil. 

Breaking the Waves (1996)

Azize arketipinin modern yansımaları çerçevesinde Godard’ın Vivre Sa Vie(1962) filminde bir sinema perdesinde verdiği referansta bir an durup devam edersek Lars von Trier‘le karşılaşırız. Trier kendisiyle yapılan söyleşilerde çocukluğunda Gold Hearted masalını onlarca kez okuduğunu anlatır. Masaldaki kız çocuğu, girdiği ormanda elinde avucunda ne varsa iyilik için dağıtır, sonunda elinde avucunda verecek hiçbir şeyi kalmasa bile haline şükredermiş. Ateist ailesinin rasyonel yetiştirme tarzından ötürü Noel Baba’ya bile inanma şansının olmayışından yakınan Trier, belki de buna karşı bir tepki olarak, bu masalı dua gibi ezberlemiştir. Breaking the Waves (1996) filminde de bu masalın etkisinde kaldığını söyler. Trier’in etkisi altında kaldığı diğer hikaye de Justine (Marquis de Sade) olmuştur. Sade tarafından yaratılan dünyanın bir parçası olan Justine, hayatı boyunca türlü sadistliklere, işkenceye uğramış bir kadındır. Tüm bu kötü hayatı geride bıraktığı yağmurlu bir gecede, Tanrı’ya şükür duası eder. Gece bir yıldırımın kadının üstüne düşmesi ve onu ortadan ikiye ayırmasıyla son bulur. Trier’in etkilendiği, finalde her şeylerini kaybeden bu iki “azize”, onu kadın iyiliğini konu eden bir üçleme çekmeye yöneltir. Breaking the Waves üçlemenin ilkidir. 

Film kendi içinde çok sayıda bölüme ayrılsa da filmi zaman olarak tam ortadan ikiye bölebiliriz. Ana karakterler Jan ve Bess’in aşkıyla başlayan film, ikinci yarıda Jan’ın hastalıklı yaşama arzusuna ve kapkaranlık sulara evrilir. Hayatı boyunca başka hiçbir erkekle ilişki yaşamamış ve klinik tedavi görecek kadar ruhsal dengesi bozulmuş Bess’in, Jan ile nasıl tanıştığını hiç görmesek de ilişkilerinin doğasını az çok gösteren bir sahne dikkat çeker. Düğün eğlencesinin yapıldığı evin tuvaletinde ilk ilişkilerini yaşamadan hemen önce : “You can have me” diye çağırır Bess Jan’ı. Sadece bedenini değil tüm varlığını sunarken, “sonsuz adanmışlık”, aşk olarak sunulan ilişkilerinin doğasını en doğru ifade eden tanımdır. Bu noktada durup filmin senaryosunun çekim aşamasında değişime uğradığını ekleyebiliriz. Trier, muhtemelen Amerikan pazarına ulaşabilmek için ana hikayeden taviz vermek durumunda kalmış. Bess’i, Trier’in senaryosunun ilk versiyonunda olduğu gibi, uğradığı sadist işkencelerden mazoşist bir zevk alırken izleseydik, film bugünkü ticari başarısına ulaşamayacaktı kuşkusuz. Amerika’daki seyirciler için, Jan’ın penisinin göründüğü sahne bile sansüre uğramışken, Sado-mazo bir filmin elbette ki erişim kitlesi oldukça kısıtlı olurdu.
Gerçek hayatla ilgili bu detaylar bir tarafa, bize anlatılagelen azizelerin tipik örneği olarak Tanrıyla konuşan, saf ve masum aşkı için kendisini olağanüstü bir adanmışlıkla acıya feda eden Bess’i şüphesiz azize arketipinin, Trier’in bakış açısıyla günümüze uyarlanışı olarak kabul edebiliriz. Filmdeki azize hikayesinde eksik olan tek unsurun, Bess’in fedakarlığı sayesinde isyan gücünü bulan ve otoriteye başkaldıran bir topluluk olduğunu söyleyebiliriz. Belki de günümüzde bu topluluğun yerini sinema seyircisi olan bizler aldık. Masumiyet ve saf aşkın adanmışlığı, nesli tükenen bir hayvana dönüşmüşken, bir film ona olan inancı tazelemeye yeter mi bilinmez ama içimizde bazı şeyleri yerinden oynattığını söyleyebiliriz.

Au Hasard Balthazar (1966)

Finali kronolojiyi bozarak sıra dışı bir örnekle ve başlangıçta olmam gereken yere beni bırakacağından kuşku duymadığım bir isimle, Robert Bresson ile yapmak istiyorum. Lolita arketipinde onun Mouchette’inden bahsetmişken, azize arketipini yine onunla bitireceğiz. Bu sefer kahramanımız bir kadın değil, hatta bir insan da değil, bir eşek. Evet son filmimiz, Au Hasard Balthazar (1966)

Filme, yavru ve henüz annesinin memesini emerken tanıştığımız Balthazar’ın, bölgede yaşayan bir ailenin çocuklarının da ısrarıyla çiftlik evinin yaşayanlarına dahil oluşuyla başlarız. Çocuklar tarafından vaftiz edildikten hemen sonra Balthazar’ın bilgelik tuzunu yaladığı sahneyi filmin kilit sahnesi olarak kabul edebiliriz. Hristiyan inanışına göre tuz kutsaldır, yemeklere konulan tuzun bozulmayı önlemesi gibi, tuzun masumiyeti de koruduğuna inanılır. Vaftizden hemen sonra yaladığı tuz sayesinde Balthazar lekesiz bir masum olur; Aziz Balthazar. Masumiyet dendiğinde herkesin aklına güzel şeyler gelse de (masum bir bebek, genellikle çocuklarla özdeşleşen şeyler) gerçek pek öyle değildir. Öyle olsaydı zaten yeryüzünde tek bir çocuğun bile kılına zarar gelmezdi. Kafamızda uydurduğumuz masumiyet imgesi, gerçek hayatta garip bir etki yapar. Ona bakınca kimi utanır, kimi öfkelenir, kimi acır, kimi sever. Kararmış eller, güçsüzlüğünden şehvete kapılır, eziyet etmek ister, zayıf iradeliler öfkelenir, görmeye katlanamaz, kovar. Sevmek nedir bilmeyenler demode bulur, işlevsiz ve işe yaramaz. Marie gibi saf sevgiyi bilenler, ona içten bir sevgiyle tutulur. Fakat insanlar tuzla saflık kazanmaz, onlar bozulur. Bazen arzularına yenik düşerler, bazen gururlarına. Aziz Balthazar’ın maceraları tıpkı bir masal gibi ilerlediğinden, o insanlarla tanıştıkça yaşadıklarından izleyenlerine de dersler düşer. Örneğin yağmurlu gecede, aşkı için her şeyini feda eden Marie’yi evinde misafir eden yaşlı değirmencinin, babasının gururu ve onuruyla ilgili tenkitlerinden iki dakika sonra Marie ile para karşılığında birlikte olmak istemesindeki gibi: “Eğer biri sana ahlak dersi veriyorsa arkanı kolla, insanlar iki yüzlüdür.” Bunun gibi pek çok hayat dersi vardır filmde. 

Filmin baş karakteri Balthazar olsa da Marie’yi de başka türden bir azize olarak kabul etmek mümkündür. Felaketi olacağını bildiği halde, onu kötü yola sürükleyen, aldatan, masumiyetini istismar eden aşkının peşinden, sonucu ne olursa olsun giden, bu yolu mutlak yolu olarak kabul eden Marie, yaşadığı son felaket sonrasında ölmemiştir belki ama kasabayı terk ederek farklı bir şekilde yok etmiştir kendisini. Geride bıraktığı kasaba halkı, anne ve babası, Marie’nin acıklı hikayesinden ne dersler çıkarır, sonrasında hayatları nasıl değişir görmeyiz. Filmde göreceğimiz Balthazar’ın sonu olacaktır.

Finalde, Balthazar’ın Marie ile tanıştığı çayırdaki ölümü, azizlerin sayısız masumiyet çağrısından biridir. Bir başka deyişle; çevresinde koyun sürüsünden başka kimsenin olmadığı o çayırda yapayalnız ölen Balthazar, lekesiz masumiyetin, Marie’yle arasındaki bozulmamış sevginin beden bulmuş halidir. Tanıklık ettiği tüm zalimliğe ve kötülüğe karşı mücadele edemese de sadece olduğu gibi kalarak direnebileceğini göstermiştir. Balthazar ölürken Jeanne’ınki gibi bir taç taşımıyordu ama biz yine de bir zamanlar Marie’nin burnuna kondurduğu öpücükle ve başındaki çiçekten taçla hatırlayacağız onu.  

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.