43. İstanbul Film Festivali'nin Ardından
Aile, hafıza (anılar), yaşlılık, toplumsal kutuplaşma; 43. İstanbul Film Festivali seçkisindeki güncel filmlerde öne çıkan temalardı. Temalar, ilk 10 beğeni sıralaması ve kısa kısa film yorumları :
Aile
Bitkiler polenlerini ve tohumlarını olabildiğince uzağa ulaştırmaya çalışır, güçlü nesiller için. Söz konusu insansa, aile nereye kaçarsa kaçsın insanı peşi sıra takip eden bir gölge gibidir. Gölgesiz insanların sadece masallarda olduğunu biliriz, oysa ki yaşam boyu süren bu kaçış çabası hiç bitmez. Bir Macar ailesinde, babasından devraldığı mirasını oğluna zorla bırakmaya çalışan baba (Her Şeyin Açıklaması), kayıp annelerinin ardından üç kişilik ailelerini yaratan kız kardeşlerin maceraları (Cennet Tehlikede), duygusal yoksunluğun pençesindeki bir ailenin dört üyesi (Ölmek), kurulan ve doğulan ailenin yasalar önündeki hesaplaşması (Her şey Güzel Olacak), genler ve hatıralar üzerinden taşınan bir delilik mirası (İstif), sinemaya tutkun bir ailenin dramatik hikayesi (Film Anlatıcısı Kız), tüm bu filmler aileyle kurulan aşk-nefret ilişkisinin bir ucundan diğer ucuna götürüyor seyircisini.
Hafıza
Hafızamız, anılarımız gittiğinde bizden geriye ne kalır? Kimi zaman bir çocukluk anısı bazen de bir ülkenin veya şehrin hafızası. Henüz ortada ne yazı, ne de sinema varken, hafızayı aydınlık tutan dilden dile anlatılan kurmacalardı. Onların yerini alan filmler karanlıktan kaçmak için kusursuz birer araç oldu. Bir adamın ve bir ülkenin yitik hafızası (Kapa Gözlerini), bir ıstaka tebeşirinin ucunda veya pencereden giren ışık huzmesinde hatırlanan annenin hatırası (İstif), yavaşlatarak ve yaklaştırarak odaklanan bir ülkenin, bir şehrin hafızası (Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin); onlarla hatırlıyoruz.
Yaşlılık
Gençlik her zaman kıymetliydi de tarihin hiçbir döneminde herhalde bugünkü kadar kutsallaştırılmamıştı. Yaşla edinilen bilgelik, parmakların ucundaki sınırsız bilgiyle sınanıyorken ve zamanın çıkrığı hiç olmadığı kadar süratle dönüyorken insan soruyor : gençlerin yaşlılardan öğreneceği bir şey kaldı mı? Peki ya yalnızlık, neden yaşlılıkta gençliktekinden kat be kat dokunaklı? İnsan, yaşanmaya değer bir hayatı olup olmadığının hesabını yaptığı son tahlilde başını yaslayabileceği bir omuza ihtiyaç duyuyor belki de. Yeğenine hayatın basit sırlarını anlatan Hirayama (Mükemmel Günler), yaşlılıklarında ihtiyaç duydukları ilgi geçmişin acılarına takılı kalmış bir anne baba (Ölmek), beraber geçmiş bir ömrün ardından apansız gelen bir ayrılık (Her Şey Güzel Olacak), hayatının son heyecanının ve belki de sevişmesinin peşindeki bir şen ruhun yaşadığı o gece (En Sevdiğim Pastam) ; bize yaşlılığın soluk ve ıslak renklerini gösteriyor.
1. Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin (NU AŞTEPTA PREA MULT DE LA SFÂRŞITUL LUMII, Radu Jude, 2023)
Sinemanın yeni baş belası Jadu Rude’un son filmi, benzersiz diliyle sinemaya kaba, öfkeli ama yeni bir iz bırakarak kalp atışımızı hızlandırmayı başardı. Film, günümüz Romanya’sında tanıtım ve reklam filmleri çeken bir ajansta çalışan Angela üzerinden ülkenin, şehrin, erkeklerin ve kadınların yıllar içindeki değişimini ve yıllar geçse de hala değişmeyenleri, kimi zaman alaycı, kaba ve öfkeli kimi zaman sessiz ve hassas bir dille anlatıyor. İç içe geçen seksenlerden nostaljik film sahneleri, telefon çekimleri, sosyal medya gönderileri, kamera arkası görüntüleri – hatta gölgelerden seçilebilen filmin kendi çekim ekibi- günümüz uyaran kaosunun ruhunu yakalamakla kalmıyor, bunu izleyicisinin ilgisini zirvede tutacak bir ustalıkla kurguluyor. Açık konuşalım, dakikalar boyunca bir ticari aracın yan koltuğunda, kötü müzik, berbat trafik, ağzı bozuk bir kadına maruz kalmayı katlanabilir kılan şey hafife almaya gelmez. Bence festivalin en çarpıcı yapımı olarak ilk sıraya yerleşiyor.
2. Mükemmel Günler (PERFECT DAYS, Wim Wenders, 2023)
Hirayama’nın seneler içinde mükemmelleştirdiği basit ama kendine has günleri tıpkı bir saat gibi işlemektedir. Saat de öyledir ya, daha iyi olmak için daha hızlı gitmez. Günler mükemmel olmayı başarabilse de hayat mükemmel değildir, bir dakika şaşsa tüm vakitleri yanlış göstermeye başlar. Bir gün merdivenlerine geçmişinden biri gelip oturuverir, sonra hep aynı saatte gittiğin barın kapısı açılmamıştır, iş arkadaşın istifa eder, sabah hep uyandığın saatte uyanamazsın. Bunlara da gülsen mi ağlasan mı bilemezsin. Wim Wenders dil bariyerinden ötürü kısıtlı tuttuğu diyalogların işini yakın plan çekimlere, kitaplara ve şarkılara vermiş. Filmi aydınlık gökyüzüne uzanan ağaç dallarına benzetirsek, filmde geçen kitap ve şarkıların karanlığı da köklerinin uzandığı derin ve nemli toprak dipleri olur. Bu gözle bakıldığında etkisi izledikten sonra bile devam edecek filmlerden.
3. Her Şeyin Açıklaması (MAGYARAZAT MINDENRE, Gabor Reisz, 2023)
Festivalde bu filmi seyredip de özdeşlik kurmayan yoktur. Lise bitirme sınavına hazırlanan aklı bir karış havadaki Abel, sınavda başarılı olup iyi bir üniversiteye gitsin diye elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan anne babasının yakın markajında. Bir türlü duygularını açamadığı kız arkadaşına saplantılı ilgisi ve sınav kaygısı onu bir açmaza sürüklerken, ülkedeki milliyetçi iktidar ve muhalefet kutuplaşmasına neden ve nasıl bulaştığının farkında bile olmayacak. Dışarıdan izlendiğinde oldukça absürt görünen olay örgüsü, içinde yaşanan ülkede ihtimaller dahilinde olunca biraz moral bozmuyor değil. İyi işlenmiş karakterleri, arka plandaki politik kutuplaşmanın renginin hiç acele etmeden yavaş yavaş yavaş koyultulmasındaki başarı, tarafsız denemese de taraf tutmanın dozunu çok da kaçırmayışı, sürükleyici temposu ve çok katmanlı hikayesiyle Macar yönetmen Gabor Reisz’in filmi festivalin en iyilerindendi.
4. Ölmek (STERBEN, Matthias Glasner, 2023)
İnsan sevgisizlikten ölmez belki ama sevgisiz yaşanabildiğini söylemek de ne kadar mümkün? Matthias Glasner‘ın Berlin Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan filmi Sterben beş bölüm halinde perdesini kaldırdığı hikayesinde sevgisiz bir aileyi ve sürekli tekrar eden duygusal yoksunluk şemasını anlatıyor. İzleyiciyi ilk iki bölümde baş başa bıraktığı bakıma muhtaç anne ve babanın yalnızlığı çocuklara karşı bir önyargı geliştirse de takip eden bölümlerde hikayenin eksik parçaları tamamlanıyor ve önyargılar yerini derin bir üzüntüye bırakıyor. Zaman zaman kesişen bölümler, diğer karakterlerin perspektiflerinde tekrar eden zaman dilimleri sıkıcı değil, aksine bakış açısının ne kadar önemli olduğunu gösterdiğinden dikkat çekici. Bu anlamda hikaye, ailenin her ferdinin gözünden birer bölümle anlatılarak, izleyicinin merak ve ilgisini sürekli canlı tutuluyor. Benzersiz ve seneler sonra bile akılda kalacak bir yapım olduğunu söylemek pek mümkün olmasa da etkileyici hikayesi, usta yönetimi ve oyunculuğuyla izlemeye değer bir film.
5. Cennet Tehlikede (PARADISET BRINNER, Mika Gustafson, 2023)
Anneleri tarafından terk edilen 3 kız kardeşin normalde acıklı olabilecek dramasını, kardeşler arasındaki güçlü bağ ve mizah ile güzel yumuşatabilmiş bir film. Kardeşler, yetişkinlerin karmaşık dünyasının tam ortasında kurdukları kendi küçük dünyalarında başlarından geçen irili ufaklı pek çok maceranın şamatasındayken, sosyal hizmet görevlisinin eve telefonu cennete düşen ilk kıvılcım olur. Büyük abla Laura’nın evden kaçan annesinden sonra postpartum depresyondaki bir başka kaçak anneye tutulması, ortanca kardeş Mira’nın karaoke menejerliği ve kadınlığa geçiş kutlama ayini, ablalarına özenen küçük Steffi’nin komik maceraları vb. gibi ana hikaye etrafında gelişen alt hikayeler, karakterin işlenişi ve oyunculuklar filmi benzerlerinden ayrıştırıyor. İlk uzun metraj film olarak Mika Gustafson iyi bir başlangıç yapmış.
6. Her Şey Güzel Olacak (ALL SHALL BE WELL, Ray Yeung, 2024)
Hong Kong’da yaşayan yaşlı kuir çift, Angie ve Pat’in uzun süren beraberlikleri sonucunda kurdukları varlıklı ve huzurlu hayatı Pat’in apansız ölümüyle Angie’nin hiç tahmin edemeyeceği şekilde değişir. Angie’nin sarsılmaz sandığı dünyası tepetaklak olmuş, bir yanda Pat’in sevdiği ve saygı duyduğu hatırası diğer yanda Pat’in ailesi kaynaklı hayal kırıklıkları ortasında yapayalnız kalmıştır. Film kuir çiftlerin yasalar önünde tanınmasının önemi, sarsılmaz sanılan aile bağlarının şartlar değiştiğinde neye dönüşebileceğinin çarpıcı sonuçları üzerine yoğun mesajlar içeriyor. Bu anlamda aile kavramını olduğu kadar, kuir birlikteliklere bakış açısı üzerinden toplumsal kutuplaşmayı da irdeleyen bir film. Olayları tek bir perspektiften yansıtması filmin gücünü azaltsa da belli ki Ray Yeung mesajını dağıtmadan vurucu bir şekilde vermeyi tercih etmiş. Yine de insan sormadan edemiyor : kuir çift yerine aynı durumu evlenmeden birlikte yaşayan bir heteroseksüel çift yaşasaydı olaylar farklı mı gelişirdi?
7.Kapa Gözlerini (CERRAR LOS OJOS, Victor Erice, 2023)
Victor Erice’nin Arı Kovanı filminde de geçen Maurice Maeterlinck ölümden sonrası üzerine şöyle sorar : “Ölümden sonra hafızamızı, yani anılarımızı taşıyamayacaksak, dönüşeceğimiz o şey yine biz mi oluruz?” Bir başka deyişle, hafızamız, anılarımız gittiğinde bizden geriye ne kalır? Demans tecrübesi olanlar, özellikle sevdiklerini yavaş yavaş yitirenler, bu ölüm öncesi bir çeşit ölme durumuna tanıklık etmişlerdir. Sevdiklerinden geriye kalan gölgede gördükleri karanlık mı boşluk mu? Ölüm de böyle bir şey mi? Hem yaşının getirdikleri, hem de filmlerinde sıklıkla geçen Franco dönemi hafızasızlık (Filmde sürekli değiştirdiği ismiyle Levy karakteri) Victor Erice’yi son filminde bu soruları sormaya itmiş. Usta bir yönetmenin elinden çıksa da kolay izlenebilen bir film değil. Geniş bir zamanda uyanık bir zihinle izlenmeli. Son olarak geçmişte sevdiklerine tanıklık ederek demans travması yaşamış olanlar için izlenmesi zor bir film olacağı uyarısını da yapmak gerekiyor.
8. İstif (HOARD, Luna Carmoon, 2023)
Cynthia ve Maria sokaklardan gece topladıkları çöpleri istifledikleri yuvalarında yaşarlar. İki kişilik sarayları dünyaya karşı savundukları bir kaledir adeta. Maria, Şekspiryen annesinin şiirleriyle büyülenen sevgi dolu yuvasında mutludur mutlu olmasına da içinde bir ses annesinin “normal” olmadığını fısıldar sürekli. Bu sesleri susturmayı seçer fakat büyüler gerçek hayatta her zaman işe yaramaz; Maria annesini kaybeder. Filmin girişindeki bu güçlü hikaye, zaman atlamalarıyla ulaştığımız genç Maria ile yerini birçok yeni karaktere, kendisi gibi koruyucu ailede yetişmiş Michael ile ilginç ilişkilerine bırakır. Her ne kadar azıtmanın dönüştüğü sıra dışı ve cesur mastürbasyon, çocukluk anılarındaki büyüyü taşıyan bir ışık huzmesi, bir tebeşır ıstakasının dokunuşu gibi detayların olduğu sahneler güzel olsa da diğer detaylar gereksiz bir kalabalık oluşturuyor ve filmi aksatıyor. Filmin adındaki istif gibi filme tıkıştırılmış derinliksiz ve hikayeye katkısı belirsiz yan karakterler, Teneke Trampet filmiyle kurulan kopuk ilişki oldukça sorunlu. Finaldeki belli belirsiz dokunuşla, genler ve anılar üzerinden taşınan delilik hikayesine tekrar dönüş bile filmi toparlamaya yetmemiş. Özetle Luna Carmoon’un ilk uzun metrajı güzel bir fikirle başlayan ama aynı güzellikte ortaya konulamayan filmlerden biri olarak sayabiliriz.
9. En Sevdiğim Pastam (KEYKE MAHBOOBE MAN, Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha, 2024)
İran’da yaşayan birbirine yabancı iki yetmişllik arasında geçen bir tek gecelik aşk hikayesi. Mahin’in ölen kocası ve devrim sonrası ülkeyi terk eden çocuklarının ardından yapayalnız kaldığı evindeki hayatı, birbirini tekrar eden, tatsız, tuzsuz peşi sıra günlere dönüşmüştür. Ne çocuklarıyla uzak mesafe ilişkisi ne de yakın arkadaşlarıyla görüşmeleri yalnızlığını giderir. Güzel bahçesi ve misafir ağırladığında hazırladığı dört başı mamur sofraları dışında hayatı katlanılabilir kılan hiçbir şey kalmamıştır. Günlerden bir gün bu makus talihini kırmaya karar verir ve önce parkta koşan emekli adamların, sonra da bir emekli lokantasında tek başına yemek yiyen Faramarz’ın peşinden gider. Geri planında İran yönetiminin ve bu yönetimin sonucu seneler içinde değişen toplumsal hayatın kutuplaşmasının izlerini taşısa da Mahin ve Faramarz’ın yağmurlu bir gecede başlayan apansız aşkına odaklanmış duygusal ve neşeli bir film. Sindire sindire yapılan karakter girişi sonrasında, Mahin’in dönüşümünün fazla hızlı işlenmesi, Faramarz ve Mahin’in biraz doğallıktan uzak, kurgu olduğunu hissettiren diyalogları ve başarısız finali aceleye gelmiş hissi veriyor. İki karakterin tıpkı ağır ağır pişen bir yemek gibi, yavaş yavaş pişmesi, aromalarının birbirine karışması halinde unutulmaz bir film olabilecekken, maalesef bu şansı kaçırmış gibi.
10. Film Anlatıcısı Kız (LA CONTADORA DE PELICULAS, Lona Scherfig, 2024)
Danimarkalı yönetmen Lona Scherfig’in Şilili yazar Hernan Rivera Letelier’in 2009 tarihinde yayınlanan aynı aslı kitabından uyarladığı filmi, sinemaya tutkun bir ailenin senelere yayılan dramatik hikayesini, ailenin küçük kızı Maria’nın gözünden perdeye yansıtıyor. 60’larda Atamaca çölündeki bir madenci kasabasında yaşayan Maria, babasının başından geçen trajik kazaya kadar bir işçi ailesine özgü orta halli günlerini geçirmektedir. Kasabanın yabancısı eski bir dansçı olan ve güzelliğiyle dikkat çeken annesinden esen hayaller, zamanla bir esintiden filmin ana motifi olan hortuma dönüşecek, ailenin hayatını yerden yükselen kum gibi birbirine katacaktır. Bu zor dönemin acımasız gerçeklerinden maddi ve manevi her anlamda kurtaracak şey ise sinemanın -rüyaların yapıldığı malzemeden yapılma- dünyası olur. Konuyu derinleştirme potansiyeline sahip politik gelişmeler ve karakter çeşitliliği anlamında zengin bir kaynağa sahip olan film, dönem atmosferini yansıtmaktaki başarısı bir yana, çoğu kitap uyarlamasının düştüğü tuzağa düşerek, başarılı bir olay örgüsü ortaya koyamıyor, uzun süresine rağmen deyim yerindeyse anlatacaklarına nefesini yetiremiyor. Temponun aksadığı, seyircinin ilgisinin dağıldığı anlatımda, sinema ve hayat paralelliğinde kurulan, televizyonların sinemanın yerini aldığı değişimin izleri, filmin seyircisinde bıraktığı duygu gibi dağınık ve kolay kaybolan cinsten.