Ölümcül Baştan Çıkarıcılar
Karanlık derinliklerden sana seslenen şarkıyı duyuyor musun? Arzu dolu bir ses adını çağırıyor. Ona giden yolun nereye çıktığını biliyorsun. Ölümcül ve tehlikeli bir son. Bir adım, sonra bir adım ve birkaç adım daha. İşte karşısındasın. Buğulu bakışları, kıvrılmış dudaklarının ucundaki davetkar gülüşüyle onu tanıdın mı? Dans ediyor. Vahşi, güzel ve kıvrak bedeniyle saçlarını savurarak dans ederken, ateş kadar yakıcı, uzak ve dokunulmaz. Boşlukta uzattığın elin bir an havada donakalıyor. Çünkü biliyorsun. Ona dokunmanın bir bedeli var.
Homeros’un sirenlerinden, Kuzey Avrupa orman perilerine, İncil’de bahsi geçen Salome’den, antik dönemin Kleopatra’sına ölümcül baştan çıkarıcılar. Gizli olmayan tehlikelerine rağmen biz insanlar kayıtsız şartsız bir boyun eğiş sunarız onlara. Karşı koyamayışımızın sebebi var oluşumuzda saklı bir yok olma arzusudur belki. Onların akıl almaz efsaneleri insan doğasının gizemleri hakkında başka neler söylüyor?
Bu sefer bir değişikliklik yapıp ne söylemedikleriyle başlayabiliriz. Femme Fatale ne değildir?
Kronolojik olarak bakıldığında ilk kafa karışıklığı Havva ve cennetten kovuluş ile başlar. Tüm tek tanrılı dinlerin yaratılış anlatılarındaki ilk kadın, insanlığın anası Havva bir femme fatale miydi? Yılan tarafından kandırılarak cennette yasak ağaçtaki elmadan yiyen ve Adem’in de yemesine sebep olan Havva’nın, kötücül bir baştan çıkarıcı olmaktan çok insanlığın bilgiye olan merakının aracısı olduğunu söyleyebiliriz. Bir anlamda o, insan doğasının meraklı parçasıdır. Kötücül bir amacı yoktur ve elmayı yedikten sonra olanlardan utanç duymuştur. Ayrıca sahip olduğu doğurganlık özelliğinin de bir femme fatale karakteristiği olduğu söylenemez. Femme fatale ve annelik ilişkisini daha sonra inceleyeceğiz, şimdilik bir annenin femme fatale olamayacağını söyleyerek bırakabiliriz.
Femme fatale arketipinin edebiyattaki yansımaları sayılırken Kendine Ait Bir Oda (A Room of One’s Own, Virginia Woolf, 1926) romanının da adı geçer. Kendi kararlarını veren, meraklı ve norm dışı her kadının kötücül ve bir femme fatale olarak yorumlanması şaşırtıcı olmasa da tartışmaya açıktır. Benzer şekilde modernleşmeyle birlikte, o döneme kadar erkeklerin arenası olagelmiş sanat dünyasında ün kazanmış birçok kadın sanatçı da femme fatale olarak kabul edilir: Colette, Anais Nin, George Sand, Sarah Bernhardt... Sıra dışı ilişki tercihleri, gücü ellerinde bulundurma özellikleriyle “erkekleri parmağında oynatan” kadın sanatçıların başarılı olmalarının arkasındaki sır femme fatale olmaları mıydı yoksa başarılı oldukları için mi bu şekilde yorumlanıyorlardı? Peki Madame Bovary (Gustave Flaubert, 1856) gibi ihanetiyle kutsal evlilik kurumuna karşı en büyük günahı işleyen Anna Karenina (Lev Tolstoy, 1873)? Tutkularının peşinde giderken, sonsuz bir pişmanlığın pençesine düşen ve hayatından bile vazgeçebilen bir kadın Femme Fatale sayılabilir mi?
Kural tanımazlıklarından ötürü sıklıkla karıştırılsa da ölümcül cazibe arketipinin aslında “ne olmadığının” sınırlarını bu örneklerle az çok çizdikten sonra Femme Fatale’in ne olduğuna geçebiliriz.
Tanımlamanın en doğru başlangıç noktası Homeros’un sirenleri olabilir. Homeros’un Odessa epik şiirindeki sirenler, güzellikleri ve büyüleyici şarkılarıyla ünlü deniz kızlarıdır. Sirenlerin şarkılarını takip eden denizcileri ise gemilerinin kayalıklara çarparak battığı bir son beklemektedir. Benzer karakterlere, kuzey ormanlarını koruyan orman perilerinin olduğu nordik efsanelerinde rastlarız. Cazibe, güzellik ve ölümcüllüğe sahip bir diğer örnek ise Salome’dir. İncil’de ve Antik Roma dönemine ait tarihi yazıtlarında yer alan bu efsanede Salome, Kral Herodes’in şöleninde büyüleyici bir dans yapar. Kral danstan o kadar etkilenmiştir ki karşılığında Salome’ye bir dilek bahşeder. Salome kraldan Yuhanna’nın başını diler. Kral bu dileği yerine getirir ve Salome’nin cazibesiyle bir peygamberin trajik ölümüne sebep olduğu efsane bu şekilde doğar.
Antik ve tarih öncesi efsanelerden basılı edebiyatın yaygınlaştığı modern yüzyıla geçerken, psikanalizin kaşiflerinden olduğu için de arketip denildiğinde akla gelen ilk isimlerden Dostoyevski ile başlayabiliriz. Onun kadın karakterlerinin Kutsal Bakire-Ölümcül Baştan Çıkarıcı ikileminde gidip gelmesi de bir tesadüf değil elbette ki. Nastasya (Budala,1869) ve Grushenka (Karamazov Kardeşler’deki,1880) gibi karakterler, cinsel çekiciliklerini kullanarak erkekleri kendi amaçları doğrultusunda ayartırken, masum ve ahlaklı genç kadınlarla aynı düzlemde karşıt kutuplar olarak ele alınmıştır. Yine 19. yy Rus yazarlarından Turgenyev’in İlk Aşk(1860) novellasındaki parasız aristokrat Zinaida karakteri, annesinin borçlarını kapatabilmek için birçok erkeği baştan çıkaran, sonrasında da ona masum bir aşkla tutulmuş ana karakterin babasını ölüme kadar giden trajik bir sona sürükleyen bir ölümcül baştan çıkarıcıdır. Avrupaya yönelirken, August Strindberg‘in Miss Julie’sinden (1889) de sıra dışı bir femme fatale olarak bahsedebiliriz. Sergilendiği dönemde toplumsal etkisi oldukça yüksek olan bu oyun daha sonra aynı isimle filme de uyarlanacaktır. Alf Sjöberg yönetmenliğindeki, 1951 Cannes Grand Prix ödüllü film, varlıklı bir ailenin göz alıcı güzellikteki kızı Miss Julie’nin, erkek hizmetlilerinden biri olan Jean ve aşçı Kristin ile birlikte geçirdiği bir yaz dönümü gecesini konu alır. Kendisine aşık nişanlısını aşağılayarak nişanı atmış olan çekici Julie, yaz dönümleri için gelenekselleşmiş hizmetlilerin soylularla aynı statüde eğlendikleri gecede Jean’ı baştan çıkacaktır. Aşçı Kristin ise Jean’ın nişanlısıdır ve o gece mutfakta çalışmaktadır. Dindar, saf ve çalışkan Kristin’in, baştan çıkarıcı Miss Julie yanında, ahlaklı ve iyi kadın karakterini simgelemesi gözden kaçabilecek bir detay değil. Filme konu olan bu hikayenin çıkış dönemini, yani 19.yy sonlarını göz önüne aldığımızda Kuzey Avrupa’da yükselen kadın hakları hareketiyle beraber femme fatale karakterlerin de yükselişe geçişinin bir rastlantı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İşin aslı ikisi arasındaki ilişki bu noktada oldukça ilginçleşir. Femme fatale bir yandan modern, bağımsız, özgür kadını simgeleyen bir karakter olarak kurgularda kendisine yer bulurken, diğer yandan da sadece cinselliğini ve cazibesini kullanan bir kadın temsili olduğu için feminist hareketin eleştiri oklarını da üzerine çeker. Hem feministlerin hem de feminizm karşıtlarının tepkisini çeken bir karakter olmak femme fatale’in umrunda olur mu? Sözü, canlandırdığı karakterlerin seyircilerden topladığı nefretle ilgili ne düşündüğü sorulan Rosemund Pike’a verebiliriz : “Belki de kendileri hakkında ne düşünüldüğünü umursamayan bu kadınlardan öğreneceğimiz çok şey vardır.”
Şaka bir yana, feminizm ve femme fatale arasındaki etkileşimi, hele de onlara karşı gelişen korku-nefret ilişkisini göz ardı etmek mümkün olmasa da arketipler söz konusu olduğunda çerçeveyi salt feminizm çizmek oldukça kısır bir bakış açısı olurdu. Ön kabullerimizden, ezberlerimizden sıyrılıp, gerçekten ne olduğumuza, neden korktuğumuza tarafsız bir bakış açısı getirmek için bu bağlamı derinleştirmeden devam edebiliriz.
Modernizmde sinema da en az edebiyat kadar ve hatta daha fazla iz sürebileceğimiz bir alan. Femme Fatale deyince ilk akla gelecek isimlerden birisi ise şüphesiz Marlene Dietrich olur. İkinci dünya savaşı öncesi Almanya’sında ona şöhretini getiren Der Blaue Engel(1930) filmi baştan sona (von kopf bis fuss) bir ölümcül cazibe anlatısıdır. Filmin ana karakteri Immanuel Racht, Immanuel Kant’tan esinlenen adı ve etik anlayışıyla, ahlaki doğruculuğun simgesi olarak, “Tue rech und scheue niemand”(Doğruyu yap ve kimseden korkma) mottosuyla başlar hikayesine. Ancak profesör Immanuel Racht’ta geçmeden önce, filmdeki az sayıdaki kadın karakterden biri olarak profesöre hizmet eden, duygusuz, mekanik hizmetkar kadından bahsedebiliriz. Bu kadın, Miss Julie’deki aşçı Kristin gibi ölümcül cazibenin diğer ucundaki kadının temsili olarak karakterleştirilmiştir. Bu gözle bakınca, filmde arzuların ve güzelliğin odağındaki kadın batakhanedeki Lola iken, karşısına konulan yegane kadın figürü, hizmetkar, duygusuz, erkek arzularından anlamayan kadın tiplemesidir. Profesörün ölen kuşunu, “Evet artık gürültü yapacak bir kuş kalmadı” duygusuzluğuyla karşılayıp sobaya atan kadının karşısında ise, odasında kuş seslerinden geçilmeyen, işveli, erkeğinin her türlü çocuksu hareketlerini tatlılıkla karşılayan Lola vardır. Utanmaz, nefis bacaklarını sergilemekten hiç çekinmeyen, güzel olduğunun son derece farkında ama tehlikeli. Tehlikesi, profesör tüm saygınlığını, mesleğini, hayatına anlam veren günlük rutinlerini ve öğrencilerini kaybedene kadar etkisini sürdürecektir. Hoş Lola ne olduğunu asla saklamaz. Klasik siren efsanelerine özgü denizcilik temasına gönderme yapan balık ağlarıyla ve gemi dekoruyla bezeli Der Blaue Engel batakhanesinde söylediği şarkısıyla ne olduğunu açık açık anlatıyordur :
Baştan Ayağa/ Aşk için yaratılmışım/ Bu benim dünyam/ Başkası değil/ Yapmam gereken/ Bu benim doğam/ Ben sadece sevebilirim / Elimden gelen bu/ Erkekler etrafımda/ Işığa uçan güveler gibi/ Kanatları yanarsa/ Elimden ne gelir?
Evet Lola kim olduğunu asla gizlemez. Buna rağmen ölümcül cazibesine takılan erkeklere karşı bir sempati de beslemez. Ona ulaşmanın bir bedeli vardır ve işte bu onun dünyası, elinden ne gelir ki? Filmin son bölümünde, bir zamanların saygın profesörünü, sahnede acınası bir palyaço olarak izleriz. Eski meslektaşları onun düştüğü bu duruma isyan etse de avam tabaka onun düşüşünü coşkulu bir neşe ile karşılar. Düşkünlüğünden adeta çılgına dönerler. Yavaş yavaş tüm sınırlarını ihlal eden profesör, en sonunda bütünüyle bir yok oluşa mahkum olmuştur. Bir zamanların aşktan sarhoş olmuş şapşal adamı, dersini almış, aşkı için çiğnediği sınırların geri dönüşünün olmadığını artık son pişmanlığı fayda vermese de anlamıştır. Diğer taraftan Lola sahnede, daha önceki beyaz kıyafetinin yerine giydiği simsiyah kıyafetiyle yine şarkısını söylemeye devam eder. İşte en katışıksız haliyle Femme Fatale karakteri sahnedeki Lola’dır.
Der Blaue Engel, Marlene Dietrich’e ölümüne kadar sayısız benzer karakteri canlandırmasını sağlayacak ünü ve fırsatları getirmekle kalmaz, kendisinden sonraki birçok yönetmene de ilham olacaktır. Bunlardan en bilinenlerinden birinin Rainer Werner Fassbinder olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmenin Bundesrepublik Deutschland (BRD) üçlemesinden biri olan 1981 tarihli Lola filmi, Mavi Melek’in bir uyarlamasıdır. Fassbinder’in ülkesi Almanya’ya olan tutkulu aşkı, mucizeler yaratma konusunda hünerli Lola’da beden bulur. Görkemli ve güçlü kadın karakterler, kimi zaman yine görkemli düşüşlere konu olsalar bile, Fassbinder’in vazgeçilmez figürleridir. Buna rağmen Lola filminin finali Der Blaue Engel’deki kadar karamsar değildir. Fassbinder umudunun Lola’nın çocuğunda yaşatmayı tercih eder. Onun ölümcül cazibesini standartlardan ayıran da zaten bir anne olmasıdır. Annelik Femme Fatale arketipinin karşıt karakteri olur. Sirenlerin baştan çıkardığı denizcileri evde bekleyen karıları ve çocukları. Belki bu noktada durup arketiplerin karanlık ve aydınlık yüzüne de bir göz atabiliriz.
Adından da anlaşılacağı gibi karanlık bir arketip olsa da Femme Fatale karakterinin özgüveni, tutkularının peşinden giderken genel geçer normları umursamayışı, bir insana – daha da çok bir erkeğe- ihtiyaç duymadan yaşayabilmesi, onu bir kadından beklenen rolün dışına atarken, aynı zamanda ona gücünü veren yegane özelliklerdir. Onda eksik olan ise uyum ve anneliktir. Anne deyince akla gelen, daha doğrusu ideal anneden beklenen özellikleri sıralarsak bunlar Femme Fatale’in arketipinin tam karşısında düşecektir. Femme Fatale ölümle özdeşleşmiştir, anne ise doğurmak yani yaşamla, femme fatale kendisinden başka kimseyi düşünmez, anne ise hayatını ailesine ve çocuklarına adamıştır, femme fatale alır, anne verir, femme fatale ahlaksızdır, anne ise saf ve ahlaklıdır, aklından hiçbir kötülük geçmez, gündelik görevleri onların varoluşunun yegane amacıdır. Arketip olarak femme fatale ve anneyi rahatlıkla ayrıştırabilsek de gerçekte, yani yani et, kemik ve kandan bir insan söz konusu olduğunda böyle bir ayrım yoktur aslında.
Bu noktada Jean Eustache‘ın 1973 yapımı La Maman Et La Putain, yani Anne ve Fahişe filmine geçiş yapabiliriz. 68 kuşağının içine düştüğü boşluk ve umutsuzluk duygusunun her dakikasında kendisini hissettirdiği bu filmdeki karakterler cinsiyet rollerinden, etiğe, bireysel ve toplumsal değerlere kadar tüm normları yıkmış, yerine yenilerini koyamadıklarından bildikleri, tanıdıkları herkesi yutan bir boşlukla mücadele ederler. filme adını veren fahişe ve anne ise birbirini tamamlayan iki kadın arketipinin filmdeki kadınlar tarafından alt üst edilmesini içerir. Annen de değilim fahişen de der kadınlar, veya hem anne hem de fahişeyim, bunlarla her ne demek istiyorsanız. Filmin ana karakteri, Alexandre, ilhamını Jean Eustache’in gerçek yaşamından alır. Herhangi bir işi olmayan ve günlerini amaçsızca, ama çok meşgul bir şekilde geçiren Alexandre biraz da zorunluluktan, giysi mağazası sahibi Marie ile aynı evde yaşamaktadır. Marie yaşça Alexandre’dan büyüktür ve evin tek gelir kaynağı olarak Alexandre’a, deyim yerindeyse bir anne gibi, barınak, yemek, giysi sağlar. Aralarında gizli saklı yoktur, Alexandre flörtlerini Marie’den saklamaz, diğer kadınlara olan ilgisi – belli sınırlar içinde kaldığı sürece – Marie için ufak şımarıklıklar gibi hoşgörüyle karşılanır. Alexandre kendi deyimiyle beş parasız sıradan bir genç adam olarak bir gün tesadüf eseri yine kendisi gibi sıradan bir genç kadınla karşılaşır. Veronika bir hastanede hemşirelik yaparak geçimini sağlayan, yine hastanedeki tek kişilik bir odada kalan, gece mesailerinde kazandığı tüm parayı gece kulüplerinde harcayan bir genç kadındır. Veronika sevişmek istediğinde bunu söylemekten hiç çekinmez. Hayatında düzenli ve geçici bir çok erkek vardır. Canı sıkıldığında eski sevgililerinden birini arar, veya bir iş arkadaşı canı sıkılıp onunla bir hastane odasında ayaküstü seks yapmak istediğinde de onu geri çevirmez, bir kere olmak kaydıyla. Bunlardan anlaşılacağı üzere cinselliğe yüklenen özel anlamlar onun için bir şey ifade etmiyordur, gündelik ve anlam içermeyen ilişkilerinden ötürü bir fahişe gibi algılanmak da onun için hiç önemli değildir. Alexandre’ın Marie ile bir ilişki içinde olduğunu bilmesi Veronika’yı Alexandre’ı ele geçirme arzusundan alıkoymayacaktır. Alexandre, Marie ve Veronika’nın tek yatakta geçirdikleri bir gece, yanlarında Marie yatıyorken Alexandre’la ilişkiye girdikleri sahne, devamında Marie’nin intihar teşebbüsü, her şeyi daha karmaşık hale getirir. Sınırların olmadığı, aşk, şehvet ve çaresizliğin absürt bir biçimde birbirine karıştığı filmde, Marie Alexandre’ın annesiyken, Veronika da fahişesi gibidir adeta. Diğer yandan Veronika’nın sürekli tamponla dolaşması, bir erkekle birlikte olmadan önce tamponunu çıkarması, halıların üzerine damlattığı regl kanı, Veronika’nın anne olma potansiyelini de önden haber verir gibidir. Zaten finalde de Veronika anne olmak istediğini söyler Alexandre’a ve sanki bir çocuk, her ikisinin de saçma sapan hayatına bir anlam verebilecekmiş gibi bir sahneyle sonlanır film. Femme Fatale Marlene Dietrich’in bu filmde de karşımıza çıkması tesadüf değildir şüphesiz. Diğer adıyla Lola, Der Blaue Engel şarkısıyla eşlik eder kadınlara. Acaba Eustache bu şarkıyı öylesine mi seçmiştir? Plak çalınan her sahnesi ayrı güzel olan filmde, sanki eski dünyadan geriye sadece şarkılar kalmıştır. “Biz öldürdük tanrıyı ve şimdi onu delicesine özlüyoruz” der gibi, dinlerken gözleri dolan Alexandre ve Veronika. Fransız yeni dalgasında bambaşka yorumlansa da Femme Fatale karakteri yaşamaya devam eder.
Eski düşlerden Hollywood’a geçtiğimizde, onun bu arketipi tek boyutlu ve kitlenin erotizm beklentilerini karşılamak üzere çok tutan bir formül olarak kullandığını görürüz. Sanatsal anlamda yeni bir şey söylemeyen ancak Femme Fatale’in en sıradan izleyiciye bile hitap eden doğasını kullanan filmler milyonlarca seyirciye ulaşır. Fatal Attraction(Öldüren Cazibe, 1987), Basic Instinct (Temel İçgüdü, 1992), The Game (Oyun, 1997) gibi filmler Michael Douglas’ı femme fatale kurbanı rollerinin kadrolu aktörü yapar. Gerçek hayatında da bir seks bağımlısı olduğunu itiraf edecek Michael Douglas tehlikeli kadınların cinsel cazibesine karşı koyamadığı için başına gelen türlü belalardan kurtulmaya çabalayan adam rolüne bürünür. Temel içgüdü en cüretkar Femme Fatale karakterlerinden birine, Catherine Tramell’e (Sharon Stone) hayat verir. Cinsel ilişki esnasında elleri bağlanarak, bir buz kıracağıyla katledilen erkek karakterin cinayetindeki baş şüpheli, ünlü bir yazar olan Catherine Tramell’dir. Benzer bir cinayetin romanını yazdığından ve ölen adamın sevgilisi olduğundan, hala hafızalara kazınmış ünlü sorgulanma sahnesine konu olmuştur. Catherine karakterinin kışkırtıcı, cesur ve cüretkar oluşunun yanında, yalnız ve zengin bir kadın oluşu, akıllara durgunluk veren zekası, onu 20.yy’ın femme fatale imgelerinden biri haline getirir. Lola gibi sergilemekten çekinmediği güzel bacaklara, erkekleri parmağında oynatabilecek bir cazibeye sahiptir ve erkekler bir yandan onu deli gibi arzularken bir yandan da ondan ölümüne korkar.
Günümüze geçmeden doğuda Femme Fatale ne gibi bir karşılık bulmuştur diye baktığımızda çok fazla örnekle karşılaşmıyoruz. Doğuda, doğanın ve dişi tanrıçaların korkulan-güçlü imgesi karşılıksız kalmasa da ilginçtir ki ne edebiyat ne de sinema femme fatale karakterlere yer açmaz. Eski Çin yazılı metinlerinde, entrikalara karışan hanedanlık mensubu kadınlar vardır ancak onları ölümcül cazibe örneği olarak saymak biraz zorlama olur. Bu anlamda arketipe en yakın örneğe Mısır’da rastlıyoruz. Girişte bizi çağıran sese imge olan kadın baştan çıkarıcılığının doruğundaki oryantal dansçı kadınların ve Kleopatra’nın anavatanı olarak kendimizi Mısır’da bulmamız şaşırtıcı değil. Shabab Emraa (A Woman’s Youth, Salah Abouseif,1956) filminde Tahiyyah Karyuka‘nın canlandırdığı Şefaat karakteri orta yaşlarda, yalnız ve varlıklı bir kadındır. Eğitimi için Kaire’ye gelen genç adam, Şefaat’in evinde kiracı olarak kalmaya başlar. Şefaat, genç adamla girdiği duygusal ilişkisinde ona hayat hakkında çok şey öğretirken bir yandan da onu nişanlısından, ailesinden ve manevi değerlerinden uzaklaştıracaktır. Film, genç adamın bir Femme Fatale’in ağına düşüşüyle başlarken onun etkisinden kurtuluşuyla sona erer. O sene Cannes Film festivalinde gösterilen film ödül alamasa da Mısır’daki özgürlük hareketlerinin simgesi olarak çok ses getirmiştir.
Doğu ve batının ayrıldığı eski dönemleri bir kenara bırakıp, tüm kültürlerin görünmez ağlarla birbirine bağlandığı ve fena halde birbirine benzemeye başladığı günümüze geldiğimizde saf femme fatale arketipinin diğer arketiplerle karışarak, çok katmanlı karakterler halinde karşımıza çıktığını görürüz. Hayat (Zeki Demirkubuz, 2023) filmindeki Hicran karakteri ölümcül cazibenin örneklerinden biridir. Erkekleri adeta büyülü bir cazibeyle kendisine bağladıktan sonra felakete sürüklerken soğuk ve neredeyse duygusuzdur. Onun uğruna özgürlüğünden vazgeçen eski nişanlısı, kıskançlıktan psikolojik problemlerin eşiğine gelen kocası, ona ulaşmak için bildikleri tüm yolları dener. Ancak Hicran’ın yıkılmaz duvarları vardır. Sebep olduğu felaketlerden mutlu olmasa da bu durum onun özgürlüğün çağrısını dinlemesine engel olmaz. Hicran finale doğru bir katarsis ve başkalaşım geçirecektir. Dakikalar süren ağlama sahnesinden sonra femme fatale karakterinden sıyrılarak kendisini ışığa, aşka ve en nihayetinde de anneliğe teslim eder. Femme fatale ve anne arketiplerinin karşılaştığı klasik bir final. Klasik finaller böyle olsa da bu karşılaşma her zaman ışıklı sonuçlar doğurmaz. Bu noktada anne ve femme fatale arketiplerinin kötücül bir birleşimi olduğu için olukça ilgi çekici olan Gracie Atherton (May December, Todd Haynes, 2023) karakterini örnek verebiliriz. Gracie evli ve çocuklu bir kadın olarak, çocuklarından birinin arkadaşı olan 13 yaşındaki Joe’yu baştan çıkarmış, onunla skandal ilişkisi ortaya çıkınca hapse mahkum olmuştur. Hapisten çıktıktan sonra Joe ile evlenerek göl kıyısındaki evinde kusursuz banliyö hayatına devam etmektedir. Neredeyse kusursuz. Filmdeki ilk sahneden itibaren, Joe’nun neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmediği bir evlilik içine hapsolduğu ve Gracie’nin hakimiyeti altında bir kuklaya dönüştüğü anlaşılmaktadır. Gracie istismar ettiği Joe’yu, bir yetişkin olduğunda da evliliğine ve kişisel dengesizlikleriyle dolu hayatına hapsetmiştir. Bu açıdan bakıldığında Gracie, Joe’nun hem annesi hem de onun ölümcül baştan çıkarıcısı olmuştur. Toplum normlarını hiçe sayan, arzuları için hayatındaki herkesin hayatını trajediye sürükleyen Gracie, hem femme fatale hem de bir anne olarak bütünlenmiş çemberin karmaşık ve kötücül karakterlerinden biri olarak seyircisini sayısız soruyla baş başa bırakır.
Finali, tekrar eden anne-femme fatale döngüsünü biraz kırmak adına, baştan çıkarıcı karakterin bir kadın olmadığı The Power of the Dog (2021) filmiyle yapıyoruz. Kadın hikayelerinin büyülü yönetmeni Jane Campion‘un filminde ölümcül cazibe bir erkektir ve daha da ilginci öldüren cazibesini annesi için kullanır. İşte bu, femme fatale ve anne döngüsüne Jean Eustache’dan sonra yapılan en devrimci yorum olabilir. Filmin konusuna geçersek; Phil ve George Burbank, zehirli bir ilişki içindeki iki kardeştir. George bu döngüden çıkmak için Rose ile evlenir ancak Phil, belki karakteri belki de geçmişinde çok sevdiği halde kaybettiği sevgilisinin acısından ötürü evde bir sevginin filizlenmesine izin vermez. Rose’u her fırsatta hedef alır, onu psikolojik problemlerin ve alkolizmin batağına sürükler. Hikaye bu noktada Rose’un oğlu Peter’ın – ölümcül cazibemizin- eve gelişiyle kırılmaya uğrayacaktır. Güçsüz ve naif göründüğü halde hesaplı ve şeytani adımlarıyla Phil’i kendisine aşık eden Peter onu kölesi haline getirir. Cazibesini bir silah gibi kullanışı ve annesinin kurtuluşu için en ufak bir tereddüt duymadan cinayet işleyebilmesi Peter’ı, benzersiz bir ölümcül baştan çıkarıcı yapar.
Efsanelerden günümüz sinemasına, şekil ve hatta cinsiyet değiştirse bile Femme Fatale kuşkusuz varlığını bundan sonra da devam ettirecek bir arketip olarak hep karşımıza çıkacak. Diğer arketiplerle harmanlanmış, çok katmanlı ve kompleks doğası zaman zaman onu tanımamızı biraz güçleştirse de derinlerden gelen şarkısını, buğulu bakışlarının arkasındaki karşı konulmaz davetini duyduğumuzda o olduğunu bileceğiz. Ondan korksak hatta onu seyrederken çoğu zaman öfkelensek de en fazla korktuğumuz ve en çok öfkelendiğimiz şeylerin, aslında en güçlü arzularımızın ve en gizli sırlarımızın saklı olduğu yerleri gösterdiğini biliyoruz artık.
Zeynep Bakanoğlu