Ölümün girdabında
Bir ölüm hissiyatı ekrana en aşkın nasıl aktarılır?
1. Ozu’nun Tokyo Story’de ölümün kendisini göstermeden şehirde hayatı durdurduğu görsel şaheserle
2. Kapladığı “kare”yi beyaza bürüyerek karakteri hacimden bağımsızlaştırdığı sınırsız bir boşluk hissi ile. Evet, Beyaz Üzerine Beyaz’dan (White on White) bahsediyorum. Bu coşkun hissiyatı Kazimir Malevich’in manifestosuyla sonlandırıp filme döneceğim: “Renkli gökyüzünün kaplamasını aştım….beyaz özgür uçurumda yüzün, sonsuzluk önünüzde.”
“Hayat bir rüyadır – hayat rüya içinde bir rüyadır.” Poe alıntısıyla yaşlı bir çiftin rüya içinde rüyasına tanık oluyoruz. Mutluluk, huzur ve aşk ile uzandıkları yataklarından ekrana düşen siyah bir çizgi ile uyandırılmalarıyla Noé biçimciliği ilk imzasını atıyor adeta. Ancak bu klasik Noé imzalarını tecrübe edeceğimiz bir film olmayacak, aksine yaşadığı kişisel deneyimin etkisiyle (geçirdiği beyin kanaması sonrası ölümü teğet geçmiş ve varoluşuna artık ölümlü olduğu vurgusuyla devam ediyor; ayrıca annesini de benzer şekilde kaybetmiş*) oldukça ters köşe bir deneyim. Noé bizi bu anlamda yine şoke ediyor, bu filmine karar inşa ettiği “ucu açık” beklentilerimizi yine tersine çeviriyor.
”Hayatınızda dönüm noktaları vardır. Annem kollarımda öldü ve bu olduğunda, gerçek olanın algısı değişiyor.” Gaspar Noé
Mutlu bir hayatı deneyimlemiş olan çiftin artık kaçınılmaz olan ölüme yakınsamaya hangi perspektiften baktıkları gerçeği ekranı ikiye bölüyor; aynı evrende paralel iki bakış / hayat, aşınan iletişimsizliğin forma yansıdığı muhteşem bir görsel metafor. Aşk dolu bir birlikteliğin yalnızlığa ve yabancılaşmaya melankolik dönüşümü, ancak ajitasyona yer yok. Arka planda yaşanmışlıkların hazineleri ile tıka başa dolu Paris’teki klostrofobik bir labirent olan dairelerinde artık kayboluyor, boğuluyor, çaresizce çırpınıyorlar.
Çerçevelendikleri bölünmüş ekrana sıkışmış hayatlarında bazen yolları kesişiyor, taraf değiştiriyorlar; ancak karakterlerin aynı durum hakkında sahip oldukları farklı bakış açıları onları kaçınılmaz sona kadar ayrı tutacak. Bir aile olarak yakınlaştıklarında ise iki kamera ekseni (tam olarak aynı hizada olmasa da) birbirine yakınsar – sınırlar uzanan kol ile ihlal edilir (aks’in kırılması ile birlikte bir Noé imzası daha, hatta bu kez kendi yarattığı çerçeveyi kendi ihlal ediyor) Yine de önlerindeki seçimin kaçınılmaz ikiliği bu birlikteliği keskin olarak bozacak.
Filmin süresi açısından Noé vermek istediğini açıkça vurgular; ilerleyen yaşlarda zaman daha yavaş akar, bu doğal tempoda diyaloglar uzar ve detaylar sabır gerektirecek şekilde önem kazanır. Noé bu minimalistik tercihinde adeta bir Ozu gözlemciliği ve Akerman kamerası ile belgesele yaklaşan deneyiminde bizden özdeşleşme değil empati bekliyor.
Şahane Dreyer (Vampyr 1932) göndermesinde tabutundaki ölü gözleri açık, dünyayı izlemeye devam eder, tıpkı karakterlerimiz gibi. Ölüm bir yolculuktur ve aynı mekan ancak farklı boyuttaki karakterlerimiz yaşlılığın yozlaştırdığı eylemsizliklerinde fiziksel ve zihinsel dejenarasyonun sonucu olarak ölümün girdabına sürüklenmekteler. Sonuç kaçınılmaz ve aksiyon önemsiz.
Detayları yukarda bahsedilen teknik tercihinin (split screen) filme farklı perspektifin yani sıra neredeyse ikinci boyutun ötesine geçtiğini de belirterek Noé tekniğine bir kez daha şapka çıkartıyoruz.
Diğer filmleri ile tamamen ayrı şeritte ilerlese de Noé imzalarını eksik etmiyor; gizli başrol yine Azrail, uyuşturucu bağımlısı oğul herhangi bir başka filminden buraya dahil olabilecek bir karakter ve göz kırpma ile ekran karartma! Yine teknik bir imza.
Noé’nin “Beyinleri kalplerinden önce çürüyecek olanlara” ithaf ettiği son filminde bu dramatik diyalektikten geriye ne kalacak – akıl mı, kalp mi? Noé’nin tüm kışkırtıcı imzaları olmadan da film çekebileceğini görmek yeteneğinin başka bir kanıtı, özüne dönecek olacağını bilmek ise (bizzat kendi bahsetti) biz iştahlı hayranları için heyecan verici!
Nil Birinci