Sterben (2024)
İnsan sevgisizlikten ölmez belki ama sevgisiz yaşanabildiğini söylemek de ne kadar mümkün? Matthias Glasner‘ın Berlin Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan filmi Sterben beş bölüm halinde perdesini kaldırdığı hikayesinde sevgisiz bir aileyi ve sürekli tekrar eden duygusal yoksunluk şemasını anlatıyor. İzleyiciyi ilk iki bölümde baş başa bıraktığı bakıma muhtaç anne ve babanın yalnızlığı, çocuklara karşı bir önyargı geliştirse de takip eden bölümlerde hikayenin eksik parçaları tamamlanıyor ve önyargılar yerini derin bir üzüntüye bırakıyor. Zaman zaman kesişen bölümler, diğer karakterlerin perspektiflerinde tekrar eden zaman dilimleri sıkıcı değil, aksine bakış açısının ne kadar önemli olduğunu gösterdiğinden dikkat çekici. Bu anlamda hikayenin ailenin her ferdinin gözünden birer bölümle anlatılmasının, izleyicinin merak ve ilgisini sürekli canlı tutan bir unsur olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz.
Lunies ailesinin annesi Lissy Lunies, demans hastası kocası Gerd ile birlikte yaşayan ve kendisi de ölümcül hastalıklara sahip bir kadındır. Filmin çarpıcı açılışında onu altına yapmış bir vaziyette telefonla konuşmaya çalışırken buluruz. Kocası iç çamaşırı olmadan yine komşunun evine gitmiş (belli ki ilk sefer değil) Lissy de içine düştüğü çaresizlikte oğluna telefonla ulaşmaya çalışıyordur. Aynı gün gelen sosyal hizmetler görevlisiyle görüşmesinden anlaşıldığı kadarıyla maddi durumları bir bakım evini karşılamaz, para yardımı da giderek kötüleşen sağlık durumları için yeterli değildir. Lissy’nin yardım teklifinde bulunan komşusu dahil kurduğu tüm iletişimlerde öne çıkan soğukkanlılığının kaynağı ilk bakışta gurur gibi görünse de esasında duygusal yoksunluğuna işaret eder.
Devam eden bölümde Lissy’nin telefonda ulaşmaya çalıştığı oğlu Tom ile tanışırız. Tom uzun dönemdir birlikte çalıştığı klasik müzik bestecisi arkadaşı Bernard’ın parçasını, bir gençlik korosuyla sahne alacakları premier’e hazırlamaktadır. Bu hazırlık narsisist Bernard’ın atakları yüzünden pek kolay geçmez. Anne ve babasının ona en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde profesyonel hayatı özel hayatında da birçok kriz baş gösterir. Yirmi senedir tanıdığı ve bu sürenin yarısında bir ilişki içinde olduğu eski sevgilisi başka bir adamdan çocuk doğurmuştur ve bebeğine baba olarak Tom’u seçmiştir. Başından seneler önce eski sevgilisiyle birlikte kürtaj travması geçmiş Tom, babalığa büyük bir özveriyle gönüllü olur. Tom’un ilişkilerine bütün olarak bakıldığında, sürekli ilgi ve özveri talep eden, ben-merkezci insanlara karşı zaafını ve onları memnun etmek için kendi sınırlarını hiçe sayışını görmek mümkün. Yılbaşı gecelerini, aslında çok anlamlı bir şekilde, Ingmar Bergman‘ın Fanny ve Alexander (1982) filmini izleyerek yalnız geçiren Tom, sevgisizlikten dolduramadığı boşluğun yerine diğer insanların ihtiyaçlarını koymuş, kendisini sevilmeye layık bulmayışından dolayı ihtiyaçlarını ve hayatıyla ilgili asıl isteklerini de hep geri plana atmıştır. Bu noktada durup, filmin başrol oyuncuları Lars Eidinger ve özellikle Corrina Harfouch‘un karakterlerini canlandırırken ortaya koydukları başarının, hikayenin gücünü bir üst seviyeye taşıdığını söylemeliyiz.
Ailenin en küçük ferdi Ellen ise ağabeyi Tom’dan farklı bir uçta olsa da ondan daha iç açıcı bir durumda değildir. Hayatın anlamsızlığıyla zehirlenmiş, alkol bağımlılığıyla bilincini uyutan Ellen’ın, Tom ile en büyük, aslında belki de tek ortak paydası kendisine olan sevgisizliğidir. Tom’dan farklı olarak o eylemlerinde daha pervasız, kendisine karşı çok daha acımasızdır. İntihara eğilimli pasif agresif ve soğukkanlı Tom’dan farklı olarak Ellen borderline kişilik bozukluğunun belirtilerini gösterir.
Filmin duygusal anlamda zirve yaptığı birçok bölüm bulunuyor. Kendi adıma orijinal film müziğini kötü bulmasam da filmde bu kadar uzun yer alacak kadar etkileyici bulmadığımı da belirtmeliyim. Elbette ki yorumum oldukça öznel. Benzer öznellikte, izleyicinin kendi yaralarıyla eşleştirebildikleri duygusal zirvelerin kuşkusuz onları en çok etkileyecek sahneler olacağı söylenebilir. Özellikle Tom’un annesiyle bir masanın iki kenarında oturdukları ve annesinin onu hiçbir zaman sevmediğini itiraf ettiği sahne, tüm izleyiciler için son derece cesur ve duygusal anlamda çok etkileyici. Hatta bu sahneyi, filmin anahtar sahnesi olarak da kabul edebiliriz. Tom’un, çok sevdiği halde babasını görmeye gelmeyişinin, yaptığı saçma ve talihsiz seçimlerle babasının cenazesine bile yetişemeyişinin ardında onu sevmeyen annesi Lissy’i görmeye tahammül edemeyişi yatar. Diğer yanda kardeşi Ellen, kendisine çarpan araba sürücüsünün, “Yaralandınız mı?” sorusuna, “Öyle değil” diye cevap verir. Duygusal yaralarının acısını fiziksel olarak gösteren ve neredeyse kendi bedenini cezalandıran Ellen’dan vurucu bir yanıt. Tom’dan da yaşadığını gösteren benzer bir tepki almayı beklemekten hiç vazgeçmedim. Lars Eidinger’in mimikleri yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi olsa da o fırtına hiç kopmadı. Filmin fırtınanın koptuğu çarpıcı bir sahneyle final yapması da bir seçenek olsa da görülen o ki Glasner seyircisine düğüm olmuş bir geçmişin ağır duygularını ve üzerine bir düğüm daha ekleyen geleceğin iç sıkıntısını bırakmayı tercih etmiş.
Özetle etkileyici hikayesi, usta yönetimi ve oyunculuğuyla iyi bir film olarak nitelendirmek mümkün olsa da benzersiz ve seneler sonra bile akılda kalacak bir yapım olduğunu söylemek pek mümkün değil. Son olarak filmin Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne aday olduğunu, senaryosuyla Gümüş Ayı ödülünü kazandığını bilgi olarak ekleyelim.