/

Mulholland Dr. (2001)

Mulholland Dr. (2001)

David Lynch
Dram | Gizem | Gerilim
Fransa | ABD
2′ 7″

Naomi Watts | Laura Harring | Justin Theroux

 

 

Ödüller & Festivaller:
50 Ödül, 61 Adaylık

Amazon.com: Póster de la película Mulholland Dr. 24x36 : Hogar y Cocina

Bilinçdışı, Kimlik ve Gerçekliğe Dair Lynchian bir Yolculuk

Mulholland Drive’ın bu analizinde, Lynch’in sürreal anlatısının karmaşık katmanlarına dalıyoruz; burada gerçeklik ile rüya arasındaki sınırlar, ayırt edilemez bir bulanıklık içinde kaybolur. Film, kimlik, suçluluk ve bilinçaltı temalarını işlerken, mavi ve kırmızı geçişler, Club Silencio sahnesi ve Diane’in parçalanmış benliği gibi sembollerle insan ruhunu yansıtır. Lynch’in Budist etkileri ve psikolojik korku ustalığıyla şekillenen bu bakış açısıyla, kişisel çöküş, kendini kandırma ve özle yüzleşme üzerine bir hikaye ortaya çıkar. Diane, zihninin labirentlerinde gezinirken, bizler de kendi içimizdeki aynalarla yüzleşmeye davet ediliriz; bu da nihayetinde, gerçeğin ve ardından gelen sessizliğin belirsiz doğasını keşfeden huzursuz edici ancak derin bir anlayışa götürür.

Öncelikle projenin hikayesinden biraz bahsedelim – Mulholland Dr aslında bir televizyon dizisi olarak başladı. ABC projeye yeşil ışık yaktı ve bir pilot bölüm istedi – Lynch, TV dizilerinde alışık olduğumuz tema ve özelliklere hiç uymayan, farklı ve yavaş ilerleyen 125 dakikalık bir pilot bölüm çekti. Kanalın yöneticileri bunu fazla tuhaf buldu ve Lynch’ten diziyi 37 dakikaya indirmesini ve “TV’ye uygun” bir şekilde yeniden kurgulamasını istedi. Lynch istemeye istemeye bölümü 88 dakikaya indirdi, ancak kesilen sahneler diziyi anlamsız hale getirdi. Bu durumda ABC projeyi rafa kaldırma kararı aldı.

Diğer yandan Lynch, 1999 Cannes Film Festivali’nde Fransız yapımcılarından bu dizi projesini bir filme dönüştürme teklifini aldı. Studio Canal da ek finansman önerince, Mulholland Dr projesi film olarak gerçekleşti.

Şimdi Mulholland Dr’da göreceğimiz Lynchvari karakteristiklere bir bakalım: Lynch’in kendine özgü bir anlatım tarzı vardır ve bu tarz belirli temeller üzerine kuruludur. Aydınlık ve karanlık, uyumak ve uyanmak arasındaki bir dünyadayız. Bu dünya; gizemler ve keşifler, umutlar ve korkularla dolu; hem ürkütücü hem de büyüleyici bir yer. Birçok sahne rüya olarak düşünülse de, tam anlamıyla rüya değildir; insan algısına göre oluşan bir dünyadır; gerçeklik, onu nasıl anlamlandırdığımıza göre şekillenir.

Lynch’in sinema dilinde insanın varoluşu absürt bir niteliğe sahiptir. İnsan, var olmanın acısını yaşar, anlık kararlarla hayatını şekillendirir ve bazen bu kararlar sonucunda başarısızlığa uğrayarak trajik sonlara sürüklenir. Mulholland Dr’da, Lynch ile birlikte Hollywood’un bir otopsisini yapıyoruz, ancak bu kurallara bağlı olmayan bir otopsi. Şöyle ki: Lynch ile birlikte Hollywood’un anlatı-kurgu-gerçeklik formatını yıkıyoruz. Aynı zamanda lineer anlatının baskısını kırıp yaşamın gerçekliğine odaklanıyoruz. Anlatı detaylarda, objelerde, yakın planlarda ve gerçekliği inşa eden oyunculuklarda kendini var ediyor.

Lineer anlatıyı kırıyoruz. Çünkü Lynch’e göre hayat olağan akışında ilerlemez. Film, Lynchvari anlamda bir Möbius şeridi gibidir. İzleyici, zaman değişimlerinin ardındaki niyetleri çözmeye zorlanmaz.

Bir diğer özellik de, gizem türü filmlerde genellikle sonu bilmez ve merak içinde kalırız. Ancak Lynch, filmin sonunu ve ipuçlarını en başından ve film boyunca izleyiciye sunar ve bizden bu gizem üzerinden kendi hikaye versiyonlarımızı yaratmamızı bekler; bu da onun hayal ettiğinin çok ötesine geçer – izleyici sayısı kadar hikaye, izleyici sayısı kadar son vardır.

Film, Hollywood’un cazibesinin, rol yapmanın ve kendini keşfetmenin giderek derinleşen bir yansımasıdır. Adeta sadece bir çerçevenin taşıyabileceği psikolojik bir derinlikteyiz ve ideal benlik-gerçek benlik çatışmasını izliyoruz. Filmin başında elimizde çözmeye çalıştığımız bir düğüm var; ancak çözmeye çalıştıkça daha çok düğümleniyor. Bu noktada Kubrick’e gidiyoruz: “Filmin en önemli parçaları, aklın ve dilin erişemediği gizemli parçalardır.” Peki, bu parçalar ve detaylar, tümden mi geliyor, tüme mi varıyor?

İlk sahne, Jitterbug dans sekansı ile başlar. Bu, 1934 yılında Cab Calloway’in “Call the Jitter Bug” isimli şarkısına bir gönderme olarak görülebilir. Jitterbug dansı 1950’lerde popüler hale gelmiştir ve bu da Lynch’in çok sevdiği 50’li yıllara bir saygı duruşudur. Jitterbug’un çift olarak yapılan bir dans olması dikkat çekicidir; belki de Betty’nin ikiliğini (dualitesini) öngörmektedir. Dans performansı, görüntülerin üst üste bindirilmesi ve “doubling effect”lerin kullanımıyla adeta kaleydoskopik bir etki yaratır.

Alkış alan bir dans yıldızı olarak spot ışıkları altında parıldayan Betty Elms’in görüntüsünden kırmızı yatak örtüleri aracılığıyla başka bir dünyaya geçiş yapıyoruz; arzuların yerine geldiği bir rüya dünyasına. Nefes almakta zorlanan birinin bulanık görüşü ve net gerilimi yan yana sunulur.
Nefes aldıktan sonra sahne netleşir ve yatakta yatarken onun bakış açısından izlediğimizi fark ederiz.

Sonrasında, rüya veya fantezi başladığında sahne kararır. Betty ile birlikte bizim de gerçeklik algımız çatırdar. O çatlağın içinden serbest düşüşe geçeriz ve rüya alemine dalarız.
Burada durup biraz rüyanın işlevini incelememiz gerekir. (Colin Odell – Michelle Le Blanc – David Lynch):
Rüyalar, aslında rüyayı gören kişinin bilinçdışı arzu ve korkularını açığa çıkarır.
Ne kadar tuhaf veya abartılı olursa olsun, rüyaların kökeni günlük yaşantıya dayanır.
Lynch, bilinçdışını görünür kılan bir sanatçıdır. Uyandığımızda yarım yamalak hatırladığımız rüya hali ile yetinmez; dünyanın absürtlüğüne de odaklanır.
Lynch sinemasında duygu ve hisler, mantık ve düşünceye hükmeder ve rüyaları besler.
Rüyalar sadece dünyamızı yansıtmaz: onu genişletir ve bazı durumlarda onu istila eder. Lynch’in dünyası, surrealin gerçeği (somutu) işgal ettiği, absürtlük ile mantık arasındaki sınırda bulunur.
Wittgenstein, “Algı ve algı ötesi, rüya ve gerçek. Dünyayı, dünya dışında aramak gerekir” der.
Rüyada gördüğümüz herkes ve her şey, aslında kendimizin parçalarıdır, benliğimizin yansımalarıdır. Rüyamızdaki her arketip ise rüya mekanımızın veya fantezi dünyamızın kalıcı sakinleri, benliğimizin evindeki bakıcılardır.

Takip eden sahne, Mulholland Dr. tabelasının çekimiyle başlar. Mulholland Dr., Los Angeles’ın en zengin ve ayrıcalıklı kesimlerinin bulunduğu Santa Monica Dağları’nın zirvesi boyunca kıvrılan, zayıf aydınlatılmış bir yoldur. Mulholland Dr., adeta Hollywood’un gölgeli, çarpık patikalarının, gizli ve karanlık derinliklerinin temsilidir. Haritada yolun sona erdiği yerde ünlü Hollywood yazısı bulunur. Şehrin büyüleyici ışıklarını tepeden görürüz. Lynch’in seyircisine oyun yapmayı sevdiğini biliyoruz; bu filme de “Düşlerin Şehrinde Bir Aşk Hikayesi” sloganını vermis. Ama biz biliyoruz ki Mulholland Dr. aslında şunları anlatır:
Hollywood’un sahte cenneti,
vaat ettiği rüyalar
ve asıl gerçekler.

Evet, sistem eleştirisi yapar, fakat bunun ötesinde, güç oyunları ve yıkılmış düşler arasında gezinir. Bu film, Hollywood’un Hollywood’a bakışı ve en önemlisi, Hollywood’un tüm düşmüş meleklerine bir saygı duruşudur. Mulholland Dr Hollywood’a giden yoldur, ona ulaşmak için yarışırsın. Sağındaki rakip aracı geçmeye çalışıp dar virajlardan yuvarlanmaman gerekir. Hızlıysan ölümü göze alıp gaza basarsın. Ama yavaşlarsan da kaybedersin, köhne bir evde başarısız bir oyuncu olur ve unutulursun.

POV kamera ile Ritanın gözünden LA’a bakıyoruz, bir yanıyla büyüleyici görünse de yıkılmış düşlerin belki de milyonlarcasini hücrelerinde taşıyan bir kent bu gördüğümüz. Boudrillard şöyle der “Los Angeles hiper gerçeğe ait, gerçeğin enerjisiden yararlanan, gerçekdışı bir kanıttır.”

Bir nevi filmin özeti olan meşhur Club Silencio sahnesi. Club’ın tasarımı aynı zamanda Edward Hopper’ın Two on the Aisle eserine de bir göndermedir. (Filmdeki diğer sanat referansları için: https://kinoavantgarde.com/mulholland-dr-filminde-sanat-referanslari/) Lynch’in bakış açısını Club Silencio sahnesi ile birleştirirsek, biz 21. yüzyıl insanları, postmodern bir temsiller dünyasında yaşıyoruz. Hayatın kendisi sinemaya, müziğe, görsel sanata dalmış durumda ve bunlar bizim gerçekliğimiz haline geldi. Ömür boyu süren mücadelemiz, o temsilleri, o sahte gerçekliği kontrol altına almaktır; aynı zamanda temsili kontrol eden başarılı bir oyuncu ya da yönetmen gibi dünyaya ve kendi hayatımıza, kendi gerçekliğimize karşı durmaktır. Benlik, temsil ve temsilin denetleyicisi, tıpkı Rita ve Betty gibi ikiye bölünmüştür.

No hay banda – bu bir pipo değildir. Silencio, seyirciyi bilinçlendirerek postmodern sinemanın niteliklerini sergiler: tiyatroda/gösteride görmememiz gereken ne varsa bu sahnede görüyoruz ve duyuyoruz. Üstelik her şeyi örtmesi beklenen sunucu tarafından – her şey sahte, bant yok – her şey kayıttan; spot ışıkları, gerçekliğin göreceliği, az sonra bayılacak şarkıcının sahneden sürüklenerek taşınması gibi. Sahne dışı, sahne içine taşınıyor.

Sihirbaz, şeytanın sembolüdür; Diane’e kötülüğün karanlık yanlarını gösterir. Ayrıca mavi saçlı kadını burada ilk kez, ölümün ve hiçliğe karışmanın habercisi olarak görüyoruz. Peki, mavi saçlı kadın kimdir?

Kırmızıdan maviye geçiş yapıyoruz. Bu geçiş, Diane’in fantezisinin uydurmalarından yaşamın sert gerçeklerine doğru uyanışına yol açacak. Lynch’in renk kodlarına tekrar bakarsak, kırmızının tezahürü olarak mavi kontrastı. Bu görsel dünyada kırmızı, gerçeğin ortaya çıkmasını, mavi ise onu açığa çıkaranı simgeler.

Sihirbazın her şeyi kontrol altında tuttuğunu görüyoruz. Ellerini yukarı kaldırır, gök gürültüsünü ve çakan şimşekleri duyarız ve Betty kontrolden çıkmış gibi titremeye başlar. Sihirbaz gergin kollarını gevşettiğinde yüzündeki ifadeye bakın, yumuşadığını görürüz ve gürültü diner, ancak o an Betty geçirdiği spazmdan kurtulur. Sihirbazın yüzünde şeytani bir gülümseme belirir ve kollarını sanki tabuttaki bir vampir gibi birleştirir. Ardından mavi bir duman çıkararak ortadan kaybolur. Bu duman, Betty’nin rüyasının sona yaklaştığının habercisidir – Betty’nin olaydan kaçışı yoktur.

Yine kırmızı ve mavi geçişini görürüz. Renk kodlarına daha detaylı bakacak olursak: Optik biliminde, daha düşük bir enerji durumundan daha yüksek bir duruma geçerken bu alandaki harekete “maviye kayma” denir. Belki de bu yüzden Lynch, Diane’in iç ve dış gerçekliğinde temel geçişleri sembolize etmek için mavi rengi kullanır. İllüzyon gibi şeylerin hüküm sürdüğü yerdir ve bu yüzden Hollywood’un merkezinin bulunduğu yerdir de aynı zamanda. Ve Lynch’in bakış açısından, Hollywood’un gizeminin temel renginin mavi olduğu iddia edilebilir.

Filmin başında, Betty havaalanından ayrılırken mavi bir bagajı vardır. Bu bagaj, Diane’in bu gerçeküstü fanteziye geçişini temsil etmek için oradadır; çünkü mavi bagaj ve mavi duman, tıpkı mavi kutu gibi, onu daha sonra fantezisinden çıkaracak bir konteyneri temsil eder. Belirginleşen kırmızı ile rüya içindeki gerçekliğe geçiş yapıyoruz. Mavi kutu – kötü anılarla dolu bir hafıza, Betty’nin karanlık hafızası – Pandora’nın kutusu. Canavarda da vardı. Gerçekte, Diane’in tabancayı aldığı çekmecedeki önemsiz bir kutu. Bir yerden sonra hayal dünyası kaçınılmaz olarak kâbusa dönüşür ve gerçeğe dönüş başlar. Bu sahnede karakter yetersizliğiyle yüzleşip ağlamaya başlıyor. Rebekah bilinçsiz bir şekilde yere düşer ancak müzik devam eder – yapaylığa vurgu, sihirbazın söylediklerinin kanıtını görüyoruz. Yine bir Hollywood dokundurması – bu kadar etkilenip ağlıyorsunuz ama hiçbir şeyin aslı astarı yok – bant yok – her şey playback ve sahte. Bu bir pipo değildirin bir başka kanıtı.

Betty’nin Silencio’da gerçekleri anlamasıyla rüya biter. Hayatında artık Camilla yoktur; bu yüzden mavi kutunun içindeki siyah boşluğu görünce Rita’nın varlığı silinir. Ve şimdi hem Betty hem de Rita kişilikleri Diane’e geri döndüğüne göre, sevdiği her şey kaybolmuştur. Umut bitince rüya da biter.

Sahne, Betty ve Rita tamamen gittikten sonra Ruth Teyze’nin eve gelmesiyle sona erer. Diane hem Rita/Camilla’nın hem Ruth Teyze’nin yokluğunda kaçtığı rüyasında da tamamen başarısız olunca buna son verir. Rüyayı bitirir.

Lynch, Ruth Teyze’nin evini onun gözlerinden tekrar gösterir; bu bir rüyadır ve Betty ve Camilla o eve aslında hiç gidememiştir, varlıklarına dair hiçbir işaret yoktur – mavi kutu da halının üzerinde değildir.

Diane, depresyonuyla başa çıkmak için uykuya dalmıştır. Uyurken, zihninin olan bitenle başa çıkmaya çalıştığını ortaya çıkaran olağanüstü bir fanteziye girmiştir. Ne yazık ki, fantezisi ıstırabıyla başa çıkmasına yardımcı olmamıştır ve uykuya daldığı zamandan daha iyi uyanamayacaktır.

Diane’i yatağında uzanırken görürüz; rüyadaki çürümüş cesedin kıyafeti ve duruşuyla, bu kez hayatta. Çürümüş ceset aslında hiç olmadı yani gerçekte son sahnede intihar eden Diane değil; rüyayı görmekte olan Diane. Aynı gecelik, yatak, oda. Rüyada cesedin elinde silah var ama kafasında delik ya da vurma izi yok. Muhtemelen yaşadıkları yüzünden, ölmüş gibi olan Diane.

Mavi-kırmızı geçişleriyle gerçek ve rüya arasındaki sınırlar yeniden bulanıklaşır. Ancak bu, fantazi ya da rüya sahnesine döndüğümüz anlamına gelmez; aksine, Diane’in zihninin artık gerçeği rüyadan ayırt edemeyecek kadar karmaşıklaştığını gösterir. Yüzündeki ifadeden de akıl sağlığının giderek yitirildiğini görüyoruz.

Ne yazık ki sorunlarından kaçıp “gökkuşağının ötesinde bir yerde” vaat edilen bir huzur bulamaz; sorunları onu her yerde takip eder (Oz göndermesi). Bu rüya aslında, filmi izleyerek kendi dünyamızdan kaçışımızı bize yansıtır. Filme odaklandığımızda, aslında kendi gerçeklerimizden kaçtığımızın farkına varırız. Lynch’in anlattığı şey budur: Hayatımızın sıkıcı, karanlık yanlarını rüyalarda ve hayallerde idealize ederiz. Ancak hayat istediğimizi vermediğinde sonuç kaçınılmaz olur, içsel bir yıkıma sürükleniriz.

Diane ölürken Winkie’nin arkasındaki canavarın yüzünü tekrar görürüz. Yüzüne yansır çünkü canavar onun bir parçasıydı ve aynı zamanda onu affedilmez bir suça iten çarpık bir kişiliği temsil ederdi.

Diane, ölüm anında sarı peruklu Camille ile yan yana olduğunu görür. Sanki iki kişi sonunda birleşmiş ve gerçekten mutlu olmuş gibidir. Daha önce bahsettiğimiz gibi, Diane’in tutunmak istediği iki şey birleşir: geçmişteki masum kimliği ve olmak istediği tutkulu yıldız kişiliği. Hayatına son vererek yaşadıklarına bir anlamda intikam alır, çünkü suçluluktan kurtulur ve nihayet hem Betty hem de Rita kimliklerini kucaklayarak ölümü kabul eder.

Mulholland Dr., psikenin karanlık dehlizlerine yapılan kabus gibi bir yolculuktur. Filmin dünyası, rüya aleminde Diane’in parçalanmış benliğinin yansımalarını içeren kurgusal bir evrendir. Ancak parçalar birleştirildiğinde bütün, evrenin sınırlarını aşan bir noktaya ulaşır. Ayna çok yakına getirildiğinde kırılır ve bu bize acı verir. Sonunda en önemli gerçeği anlarız: Aslında anlaşılacak hiçbir şey yoktur.

Club Silencio’ya döneriz. Mavi saçlı kadın “Silencio” diyerek bizi susturur. Bu kadın, Ruth Teyze’nin ölümden sonra göğe yükselmiş hali gibi bir figürdür.

Silencio sahnesini biraz daha açalım. Kişi delirmeden veya intihar etmeden önce bir sessizlik aşamasına girer; seslerin bile sustuğu, kendisiyle iletişimin tamamen kesildiği bir evre. Bu sahne, bu kırılma anını sembolize eder. Lynch’in Budist olduğunu düşünürsek, Mulholland Dr.‘a bu açıdan bakmak anlam kazanır. Club Silencio sahnesi, ölüm sürecinin başladığı andır. Club Silencio, Twin Peaks‘teki kırmızı oda gibi bir geçiş mekanı, bir bekleme odasıdır – ruhun bir sonraki hayata geçişi için 49 güne kadar beklediği bir bardo süreci gibi. İlk haftalarda insan öldüğünü fark etmeyebilir; evine, günlük hayatına geri döner. Ancak aynada bir yansıma yapmadığını veya gölge düşürmediğini fark ettiğinde öldüğünü anlar. Bu büyük şok bayılmaya neden olur. Diane’in titreme sahnesi tam olarak bunu yansıtır. Bardo’da bazıları da sıkışıp kalabilir ve bir hayalet olarak dünyada kalır (Ruth Teyze – Mavi saçlı kadın). Son olarak, Bardo’nun mavi bir ışık olarak algılandığı söylenir. (Silencio’daki masmavi atmosfer)

SON

  • Wittgenstein, Tractatus adlı kitabını şu sözlerle sonlandırmıştır: “Konuşulamayan şeyler karşısında sessiz kalınmalıdır.” Belki de Lynch’in, filmi anlamlandırmaya çalışan izleyiciye verdiği cevap budur.
  • Dostoyevski de şöyle demiştir: “Hayatta kalmanın tek yolu sessizlik sanatını öğrenmektir.”
  • Ve Shakespeare – Hamlet’le bitirmek en güzeli:

Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
urkutmese yüreğini?

Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?

Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.

Ah bu katı, kaskatı beden bir dağılsa,
Eriyip gitse bir çiy tanesinde sabahın!
Ya da Tanrı yasak etmemiş olsa
Kendi kendini öldürmesini insanın!

Var olmak mi, yok olmak mi, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mi güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine kaşı
Dur, yeter! Sessizlik, demesi mi?

Ve şimdi, gerçekten de gerisi sessizliktir.”

Nil Birinci

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.