Hafıza : Lütuf mu Lanet mi?
Geçtiğimiz seneyi özellikle bellek ve anılar üzerine yapılan filmleriyle anımsıyorum. Bireysel hafızadan, toplumsal belleğe kadar çok derin olan bu konunun kimlik, psikoloji, sorumluluk ilişkileri üzerine sayısız fikir olsa da konuşulacaklar asla bitmiyor. Dolayısıyla peş peşe yapılmaya devam edilen filmlerle hafızaya farklı açılardan bakma şansı bulmak, bir anlamda bellek tazelemek şaşırtıcı değil.
Kelime oyunlarını bir kenara bırakıp 2023 senesini düşündüğümde aklıma gelen ilk film Kapa Gözlerini (CERRAR LOS OJOS, Victor Erice) oluyor. Filmden sonra, biraz da Maeterlinck’in yönlendirmesiyle şunu sormuştum : “Hafızamız, anılarımız gittiğinde bizden geriye ne kalır?” Bu sorunun güzel yanı hem bir insan hem de bir ülke için sorabiliyor olmamızdı. Bir anlamda kimliğimizin belirleyicisi, geçmişimizin bugüne taşıyıcısı hafızanın yokluğu, filmde melankolik bir boşluk duygusu veriyordu. Ölmeden yaşanan bir ölüm gibi. İnsanlar gibi ülkeler de ölürler mi? Yoksa belleklerini yeniden inşa ederek başka bir kimlikle mi yaşamaya devam ederler? Bu sorular güzel.
Bir diğer film olarak İstif’i (HOARD, Luna Carmoon) sayabilirim. Psikolojik problemleri olan genç bir kadının bir ıstaka tebeşirinin ucunda veya pencereden süzülen ışıkla hatırladığı annesi, önce aydınlık bir izlenim verse de sonra sonra bir lanete dönüşüyordu. 2023’teki bu ve benzeri duygusal içeriklerden başka konuya taşlama ve mizah ile yaklaşanlar da vardı. Bir ülkenin, bir şehrin belleğini izlediğimiz Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin (NU AŞTEPTA PREA MULT DE LA SFÂRŞITUL LUMII, Radu Jude) yer yer güldürse de neşeli bir film olduğunu söylemek pek de mümkün değil.
Yukarıda saydığım, birbirinden çok farklı filmleri birbirine bağlayan ortak konunun belleğin yitirilişi olduğu hemen göze çarpıyor. Michel Franco ise Memory (Hatır) ile konuyu iki yönden de ele alıyor ve hafızayı hem yitirilen bir lütuf, hem de insanın içinde hapsolduğu bir lanet olarak hikayeleştiriyor.
Filmdeki hafızayı lanet olarak ele alan parçanın kahramanı olan Sylvia, 13 yıldır Adsız Alkolikler üyesi bir bağımlıdır. Kızı ve kız kardeşiyle kendisine kurduğu izole hayatı, mezun olduğu okulun düzenlendiği etkinliğe katıldığı gece önce yanına oturan, kaçtığında ise onu kapısına kadar takip eden bir adamla değişir. Sylvia’nın geçmişindeki karabasanla birlikte Saul adındaki bu adamın gizemi de yavaş yavaş aydınlanır. Saul filmin hafızayı kaybedilen bir lütuf olarak ele alan parçasıdır. Yakın dönem hafızasını etkileyen hastalığından ötürü sürekli bakıma muhtaç olduğu için kardeşiyle birlikte yaşamaktadır ve o gece tanıştığı Sylvia’dan çok etkilenmiştir. Kendisi de bir sosyal hizmetler çalışanı olan Sylvia başta dirense de sonunda kendisini Saul’ün bakıcısı olarak bulur.
Bu noktaya kadar belirsizlik ve gerçekliği güzel dengelemeyi başaran filmde özellikle Sylvia’nın karakter girişi çok başarılı. Travmasının davranış etkileri çok başarılı nüanslarla yakalanmış. Örneğin kapısındaki sayısız kilit ve sürekli çalıştırdığı alarmı, oturduğu semte kolaylıkla bağlayabiliriz. Farklı bir açıdan baktığımızda ise kapısı Sylvia’nın kendisini içine hapsettiği koruma çemberinin de bir dışavurumu adeta. Kapısına vurduğu her kilitte, alarmını çalıştırdığında gelen her seste, Sylvia’nın ruhu üzerine kilitlediği kapısının sesi de duyuluyor. Ayrıca korktuğu ve endişe ataklarının yaklaştığını hissettiği her seferinde kendisini gündelik işlere vermesi, evi düzenlemesi veya bulaşıkları yıkaması, kaygı bozukluğu olan insanlara ilişkin yakalan çok güzel bir başka özellik olmuş. Kaygılı annelerin erken olgunlaşmış çocuklarının tipik özellikleri de yine Sylvia’nın kızında çok güzel yansıtılmış. Travmanın, ne kadar yakında olunursa olunsun dışarıdan ne denli anlaşılmaz oluşu, Sylvia’nın kız kardeşinin eşinde görülebiliyor. Zor konuların konuşulmadığı, madde bağımlılığının konusunun açılmadığı, çocukken uğranılan bir cinsel istismara tabu gibi yaklaşılan bir ev, Sylvia bu evin çok benzerini kendi çocukluğunda kapalı kapılar arkasında yaşadığı için çok alışkın. Yine de onun ağlama krizine girdiği ve kız kardeşi Olivia’dan yardım beklediği sahnede, kız kardeşini canlandıran Merritt Wever olağanüstü bir oyunculuğa imza atmış. Cinsel istismara tanık olan küçük kardeşin çaresizliği, “Babamın beni onun kadar sevmediğini düşündüm” derken, çocukluğundan kopup gelen o üstü açılmamış çocukluk düşünceleri… Psikoterapilerin olmazsa olmaz bir parçasıdır, sanki konuşan, derdini anlatan bir çocuktur, kaç yaşına gelmiş bir yetişkin olursa olsun, bu durum asla değişmez. İçimizde bir yerlerde hatırlanmayı bekleyen bir çocukluk hafızası da vardır ve eğer bu hatırlanması acı veren bir anı ise, onu anlatan çocukluğumuz olur, yetişkin halimiz değil. Bence filmin zirve noktası kız kardeşin konuşmalarıydı. Bu sahnenin dışında ablasınınki kadar şiddetli olmasa da onun yaşadığı travmayı, dışına nasıl yansıttığı da filmin gözümüze sokmadığı ama arka planda duran güzelliklerinden biriydi. Girdiği her ortamda, herkesle iyi geçinen, ilgili, fazla dışa dönük, baskın annesine karşı çıkamadığı gibi baskın kocasına da boyun eğen karakteri, bence filme nefis bir dokunuş olmuştu.
Filmin bu gerçekten çok başarılı unsurları yanında onu zayıflatan bölümleri de maalesef fazlaca vardı. Sylvia ve Saul’ün birbirine aşık olmasındaki kolaylık, başta Saul’ün yalnız kalmasını istemeyen kardeşinin sorgusuz sualsiz bu ilişkiye karşı çıkması, Saul’ün seçici hafızasının inandırıcılıktan biraz yoksun yansımaları, ufak bir düğümle fazla hızlı bir şekilde zora giren ama mutlu sona bağlanan hikayenin kolaycı finali gibi zayıflıklar filmin başarısının önüne geçiyordu. Aslında Sylvia ve Saul arasındaki çabasız uyumu kapı kilidi ve anahtar uyumuna da benzetmek mümkün. Hiçbir anahtarın açamadığı, unutulamayan bir geçmişin hafıza esareti gibi duran kapı kilidine uyan, hafızasız bir adamın anahtarı fikri güzel olsa da işlenişi itibariyle fazla hızlı ve bu hızın verdiği boşluklarla dolu. Özellikle Saul’ün hafızasızlığının Sylvia’nın hapseden hafızası kadar güzel işlenmediğini belirtmek gerekiyor. Saul’ü canlandıran Peter Sarsgaard’ın başarılı oyunculuğu da karakterine ilişkin boşlukları kapamaya yetmemiş. Kimi zaman filmlerdeki boşluklar izleyicisine esneme ve düşünme alanı verse de doğru kullanılmadıklarında, bu filmdeki gibi duygu ve anlam eksikliğine sebep olabiliyor. Bazı yazarların hikayeler için kullandığı bina benzetmesi üzerinden gidersem, bir temel (fikir) üzerine inşa edilen binada şöyle unsurlar vardır; hikayeyi taşıyan kolonlar, özellikle bırakılan boş alanlar, içerinin ışık almasını sağlayan pencereler vs. Klasik anlamda bir bina inşa edebildiğiniz gibi daha önce hiç denenmemiş bir yönteminiz de olabilir. Bu film de sağlam bir temel (fikir) üzerinde yükseliyor; hafızayı hem yitirilen bir lütuf, hem de hapseden bir lanet olarak her iki boyutuyla ele almak, üstüne aralarında anahtar kapı ilişkisi kurmak çok iyi bir fikir. Ayrıca film ince işçiliğiyle, yani oyunculuklar, karaktere ilişkin güzel detaylar ile de göz alıyor. Fakat filmin taşıyıcı kolonlarında ciddi problemleri var ve bu da maalesef onu güçsüz bir yapı haline dönüştürüyor. İçinde dolaşırken kapının pervazlarına, alçı tavana bakınca ne güzel ev diyorsunuz, ama sonra kolonda karşınıza çıkan çatlak(boşluk) güven duygunuzu yitirmenize sebep oluyor – belki de bir evden en temel beklenti de içinde güvenle durabilmek. Maalesef Michel Franco’nun son filminde eksik olan da buydu.