Justine Triet : Kadın (?) Yönetmen
Sanatçılardan bahsederken başına “kadın” ifadesini neden ekleriz? Bu alışkanlığı, örneğin “erkek yönetmen” demek kadar garip bulacağımız zamanları görebilecek miyiz? Yakın gelecek için umut olsa da bugün için Justine Triet ve filmleri üzerinden bir kadın yönetmeni hala konuşabiliriz. Sebeplerini bu yazıda “Justine” ve “Justine Triet Filmleri” olarak iki başlığa ayıracağım. Belki ikiye ayırarak birbirleri arasındaki ilişkiyi de daha net görmek mümkün olacak, ayırarak bağlamak çoğu zaman işe yarar.
Önce Justine.
Justine
Justine, École Nationale Supérieure des Beaux-Arts okulundan mezun olduktan sonra profesyonel sinema yolculuğuna 2007 yılında 30 dk’lık Sur Place belgeseliyle adım atıyor. Kariyeriyle ilgili en çok geçen bilgi ise, en azından bugün itibariyle, Cannes Film Festivali büyük ödülü olan Palme d’Or’u kazanan 3. kadın yönetmen oluşu. Bu şekilde bir sıralama yapılışıyla ilgili kendi adıma tereddütlerim var. Türkiye’de düzenlenen kadın yönetmenlere özel festivali ilk duyduğumda da aynı şüpheyi yaşamıştım. Ayrı festivaller düzenleyerek kadın yönetmenleri destekliyor muyuz yoksa desteklenmeye ihtiyaç duyan ayrı bir grup olarak kategorize mi ediyoruz? Belki bundan 50 sene önce bu sorunun yanıtı çok netti. Diğer yandan ne umut vericidir ki bu yanıt gün geçtikçe belirsizleşiyor.
Justine aktivizme uzak bir isim değil. Collectif 50/50 üyesi olarak kadınların sektörde eşit haklara sahip olabilmesi için aktif olarak rol alan bir isim. Hal böyleyken politik ve aktivist çevrelerden Cannes’da Fransız film sektöründe kadının yeri üzerine bir konuşma yapması bekleniyordu. O ise Cannes’daki ikinci adaylığını kadınlar adına umutlu bir zafer olarak kutlamak yerine, konuşmasını film yapma şansı bulamayan tüm kadın ve erkek genç yönetmenlere adayarak beklentileri boşa çıkardı. Bir zamanlar bizim için açılmış bu yolu ve sahip olduğumuz olanakları artık onlara bırakmalıyız derken gençlerin gözü yaşlı ama sektörün önde gelen isimleri biraz kızgındı. Justine’e “şımarık çocuk” diyenler bile oldu. (Kaynak) Diğer ülkelere kıyasla çok daha iyi (liberte, egalite, fraternite!) bir yerde olan Fransız sinema sektörüne övgü sıralamak yerine, sinema tarihindeki en zor zamanlarından geçen gençlerin tarafında oluşuna şapka çıkarıyorum. Sinemanın beşiği Fransa’nın devrimci ve yenilikçi geleneğinin gençlere ihtiyacını görmek hiç zor değil. Diğer yandan kariyerinin zirvesindeki sinemacıların başarılarının sarhoşluğunu yaşarken, çevreleri tarafından şişirilen egolarına rağmen bu gerçeği unutmamaları bence takdiri hak ediyor.
Justine imajı için kadın yönetmen etiketini kullanmayı tercih etmese de halka ilişkiler kodlarını çok başarılı okuyabilen bir isim. Sinemacı bir çift olarak özel hayatlarının filmlere yansımasının, yani kurmacanın gerçek hayatla ilişkisinin, merak uyandıran cazibesini söyleşilerinde başarıyla kullanıyor. Bu noktada son yıllarda partnerlerden kadının ön planda olduğu sinemacı çiftlerin yaygınlaştığının da altını çizebiliriz. Geçmişe bakarsak, sinemada kadın aktris-erkek yönetmen çiftlere öteden beri alışkınız. Godard-Karina, Bergman-Ullmann, Fellini-Masina… Daha da çoğaltabiliriz. Genellikle erkeğin ününün kadının önüne geçtiği bu ilişkilerden (Bergman Ullmann’a “Farkında değilsin ama sen benim Stradivarius’umsun” derken şüphesiz ona iltifat ettiğini düşünüyordu) sonra kadın yönetmenlerin ününün erkeği gölgelediği örnekler çoğalmaya başladı. Bağımsız sinemanın özel isimlerinden Noah Baumbach‘ı bile geri planda bırakabilen Greta Gerwig‘in şöhreti en bilineni olsa da örnekleriyle sıklıkla karşılaşıyoruz. Justine de filmlerinin senaryolarını birlikte yazdığı ve filmlerinde küçük de olsa bir rol verdiği eşi Arthur Harari ile bu çiftlerden biri. Aynı sektörde birlikte çalıştığı eşi ve iki çocuğu ile artık genç ve umut vaadeden kadın yönetmen döneminin çok gerilerde kaldığı, bir yandan orta yaş dönemini yaşarken diğer yandan da büyük yapımlarla uluslararası sularda kulaç attığı bir dönemi geçiriyor. İki çocuk annesi olarak rekabetçi bir sektörde, hiperaktif bir yönetmen olarak bilinmesine rağmen uzun saatler boyunca çalışmak zorunda kalışının sebep olduğu güçlüklerden söyleşilerinde açık yüreklilikle bahsediyor. Çevresinde kariyerlerinde ve hayatlarında yaşadıkları güçlükten ötürü anne olmamaya karar vermiş kadınların hikayelerinin etkisi altında kaldığından, bu konuların genelde pek gündeme gelmeyişine ve sinemada yer bulmayışına duyduğu hayreti de gizlemiyor. (Kaynak) Eşi ve çocuklarıyla kurduğu hayatının filmlerine yansımasını filmleri başlığına ilişkilendireceğim, bu konuyu şimdilik burada beklemeye bırakıyorum.
Justine’in profesyonel kariyeri ve eşiyle birlikte kurduğu hayatı öncesine dair pek bir bilgi yok. Babası Raphael Doko Triet çok genç yaşlarından itibaren Paris’teki Budist (Zen) topluluğun bir üyesi. Hatta Paris Dojo’sunun lideri öldükten sonra yerine geçiyor, 1995 yılında da Lizbon’daki Dojo’nun kurucusu oluyor. (Kaynak) Zen öğretinin ve üstlendiği rollerin sonucu olarak klasik baba figürü olmadığı sonucuna varabiliriz. Justine Triet de konvansiyonel bir aile ortamında yetişmiyor haliyle. Söyleşilerinde annesinin ikisi kendisinden olmayan üç çocuğuyla zor bir hayatı olduğundan ve babasının ailede ve haliyle hayatında oluşturduğu boşluktan bahsediyor.
Justine ilk gençlik döneminde resim yapmaya ilgili. O dönemki resimlerini betimsel, biraz tuhaf ve dışavurumcu olarak tanımlıyor. Sanat okulunda Virgil Vernier ile tanıştıktan sonra onun aracılığıyla film sektörüne adım atıyor ve olaylar gelişiyor. (Kaynak) Virgil Vernier aynı zamanda ilk uzun metraj oyuncu kadrosunda da yer alıyor. Tıpkı şimdiki eşi Arthur Harari gibi. Justine sinema kariyeri boyunca birlikte çalıştığı kişilerle, çocuk aktörler dahil, uzun dönem ilişkiler kuruyor. Senelerdir birlikte çalıştığı prodüktörü Marie-Ange Luciani onun çalışma şeklini şöyle tanımlıyor “Justine diğerleri gibi çalışmaz. O film yapmayı kolektif bir sanat formuna dönüştürür” (Kaynak)
Justine bölümünü bitirirken, onun kişiliği ve özel hayatını filmleriyle bağlarken kullanacağımız anahtar ilişkileri de kısaca şöyle maddeleyebiliriz :
(1) Babasız bir ailede yetişiyor, annesi üç çocuğunu tek başına yetiştiren bir kadın
(2) Sanata adım attığı resimleriyle ilgili yorumu : betimsel, tuhaf ve dışavurumcu
(3) Filmlerinde birlikte çalıştığı kişilerle uzun dönem ilişkiler kuruyor
(4) İki çocuk annesi olarak hiperaktif bir yönetmen. Çalışan anneler, orta yaş bunalımı, evlilik gibi konular özel ilgi alanı
(5) Aktivist. Başlangıçta kadın haklarını savunurken artık genç sinemacılar önceliğinde
Justine Triet Filmleri
Yazının başında Triet’i bir kadın yönetmen olarak inceleyebileceğimizden bahsetmiştim. Sebeplerini filmleri başlığında listelemeye başlarsak şüphesiz ilk sırayı baş karakter seçimi alacaktır. Tüm filmlerinin ana kahramanın kadın olması ve tüm olay örgüsünün onun çevresinde şekillenmesi bir tesadüf mü? Yoksa Triet’in odağında hep bir kadın olmasının sebebi filmlerinde kendi hayatına paralel seçtiği hikayelerden besleniyor olması mı? Ben biraz daha iddialı olacağım ve işi beş filmindeki ana karakterlerinin paralel evrenlerde yaşayan aynı kadın olduğuna kadar götüreceğim. Anatomie D’une Chute‘daki Sandra kadar çok katmanlı olmasalar da Laetitia (Vilaine Fille Mauvais Garçon, 2012 & La Bataille de Solferino, 2013), Victoria (Victoria, 2016) , Sibyl’in (Sibyl, 2019) ortak özellikleri o kadar fazla ki bu kadarını iddia edebiliriz diye düşünüyorum. Yıllar geçtikçe filmlerindeki karakterlerin daha gizemli ve kompleks hale geldiğini de gözlemleriz. Karakterlerinin gelişiminin filmlerine olumlu etkisi ve başarısına katkısı da göz ardı edilemez. Tıpkı bir kadının ilk gençlik yıllarında sahip olduğu karakterini dönüştürmesi; yıllar geçtikçe kurduğu her ilişkiyle, edindiği her tecrübeyle, verdiği her kararla -tıpkı bir iskeletin üzerine kas, et, deri geçirerek bütün bir beden yaratması gibi- Triet’in filmdeki karakterlerinin hepsinin iskeleti ortak olsa da yıllar geçtikçe bir bedene bürünüyor ve daha görünür oluyorlar. Triet bir söyleşisinde karakterlerini şöyle anlatıyor : “Kompleks kadın karakterler yazmayı seviyorum. Onlar önce düzen, ahlak ve iyi küçük asker tarafını temsil ediyorlar. Sonra onları yıkıyor ve düşmelerini seyrediyorum. Bu erkek kahramanlarda çok alışılageldik bir şey olsa da bir kadını pek fazla bu şekilde görmeye alışkın değiliz.”(Kaynak)
Triet karakterlerine bu girişten sonra bugün itibariyle son karakteri Sandra’yı (Anatomie D’une Chute, 2023) daha iyi tanımak, başka bir deyişle onun iskeletine inmek için Vilaine Fille Mauvais Garçon filmindeki Laetitia ile tanışacağız.
30 dk süren ve bir akşamdan ertesi gün sabaha kadar yaşananları konu alan kısa filmin girişi, Paris’te yaşayan, parasız bir ressam olan yalnız ve içine kapalı bir adamın popo çatalıyla yapılıyor. Triet’in sonraki filmlerinde bu popo çatalı karesini birçok kez görecek olmamızın Triet’in imzası gibi bir anlamı var mı bilmiyorum ama Laetitia ile ilgili olmadığı için şimdilik bu detayı atlayacağım. Filmdeki erkek karakterin, beş parasızlığı ve asosyalliğiyle Justine’in ressamlık yaptığı ilk gençlik yıllarındaki arkadaşlarından esinlendiği çok açık. Hatta bir panelde erkek karakteri oynayan kişinin gerçek hayatta da arkadaşı olduğundan bahsetmişti yanlış hatırlamıyorsam. Erkek kahramanı, Justine’in ilk dönem resimleri gibi biraz tuhaf. Onun akşamına dahil olurken tanıştığımız Laetitia ise sevgilisinden yakın zamanda ayrılmış, hayatını dolu dolu yaşamaya çabalayan, güzel ve yaşam dolu bir genç kadın. Yaşamı kaçırmak endişesi her anında kendisini belli ediyor ve dolu dolu yaşamak onun için kelimenin tam anlamıyla bir çaba gerektiriyor. Sorumlu olduğu bakıma muhtaç erkek kardeşini yalnız bırakmadan evden dışarı çıkamayan Laetitia’nın tam olarak özgür ve savruk bir kadın olduğu da haliyle söylenemez. Onun bu haliyle, romantik komedilerde sıkça karşımıza çıkan özgür ve aşık olunası genç kadın imajından farklılığı ilk anda gözümüze çarpsa da kendi adıma Triet’i asıl başarılı bulduğum, Laetitia’yı ve yaşam çabasını gerçek yapan ufak detaylardı. İlk aklıma gelen örnek dans ederken koluna takılı lastik oluyor. Gece dans etmeye çıkan bir kadının terlediğinde ensesine yapışan saçları için vazgeçilmez aksesuarını Laetitia’nın bileğinde görmek veya kabanını çıkarmadan önce elbisesinin dekoltesini düzeltmesini fark etmek, sinir krizi diyemesek de bir ruhsal boşalmanın eşiğindeki Laetitia’nın bir ara nefes almadan sürekli konuşması hatta o kadar çok konuşması ki adamın sıkılıp çevresine göz gezdirdiğini fark ettiği halde duramayışı, ağlarken çalan telefonla düğmesine basılmış gibi gerçek hayata dönüşü gibi filmi seyrederken geçen kısa sürede rastladığımız detaylar, karakteri ve hikayeyi daha gerçek yapıyordu. Kağıt üzerinde romantik komedi gibi dursa da Laetitia’nın yaşam ve sorumlulukları arasında dengede durmaya çalıştığı bu hikayede, Triet bir uzun metraj kadar hikaye anlatabiliyor. Kuşkusuz bunda gestalt prensibiyle doldurduğumuz boşlukların da payı vardır.
Kısa filminden bir sene sonra gösterilen ilk uzun metraj filmi La Battaile de Solferino‘daki Laetitia ise artık hayatında iki kız çocuğu olan ve kariyerinin dönüm noktası olacak bir dönemde çocuklarının bakımı ve profesyonel başarısı arasında kalan bir kadındır. Yani yine kendi için istekleri ve sorumlu olduğu için ondan beklenenler arasında kalmış bir kadının çabalayışını izleriz. Bu film aynı zamanda Justine’in eşiyle de ilk filmi. Avukat Arthur’u canlandıran Arthur Harari’yi sonraki birkaç filminde de yan karakterlerde izleyeceğiz.
Filmde bütçe yetersizliğinden ötürü gerçek miting çekimleri için izin alınamadığından çoğu görüntü belgesel özelliği taşıyor. Bu bölümlerin başarısı ve etkileyiciliğinden ötürü, bütçe yetersizliğinin şanssızlıktan çok Triet için bir şans olduğunu söylemek mümkün. Triet ilk dönem belgesel tecrübesini ortaya koyduğu kurgu-belgesel karışımı bu filmiyle sinemaya “yeni bir soluk” getirdiği için övgülere boğuluyor. Yaşamda talihsizlik gibi görünen şeylerin üzerinden zaman geçtikten sonra yaşamın asıl dönüm noktaları olduğunu görmek beni her seferinde büyüler. Filme dönersem miting kurgusuzluğunun, Laetitia’nın özel hayatına da yansıdığını söyleyebilirim. Triet’in diyalogları çok doğal, yine ilk kısa filminde olduğu gibi karakterini zenginleştirdiği ince detayları atlamadığı için Laetitia’yı neredeyse gerçekte yaşayan etten kemikten bir kadına dönüştürmeyi başarıyor. Örneğin, Laetitia’nın uzun ve yorucu günün sonunda karşılaştığı arkadaşıyla yaptığı gece yürüyüşü sahnesinde, “Senin hayal gücün eksik” diyen arkadaşına cevap verme yorgunluğu kesinlikle çok başarılıydı. “Bu züppe yaşam tarzınla, hayatıma o kadar uzaksın ki sana kendimi anlatmak için bu yorgun ve bitik bedenimdeki tek bir hücreyi bile aktiflemeyeceğim” der gibi bakan Laetitia’yı anlamamak mümkün mü? Diğer bir sahnede köpeği çiş için yürüyüşe çıkardığı halde çekiştirip dururken veya kızarana kadar ağlayan bebeklerin çığlıkları arasında evden çıkmak için insanüstü bir çaba sarf ederken Laetitia, arzuları ve sorumlulukları arasında on bin parçaya bölünmüş herhangi bir kadından farksız. O Justine’in gerçek yaşamındaki annesi gibi çocukların babasının olmadığı bir hayatta savaş veren küçük bir asker adeta. Hayatını sürdürebilmek için çevresindeki diğer insanlardan, bakıcısından, komşusundan vs. destek almak zorunda, bu da yine Justine’in filmlerini yaparken ortaya koyduğu kolektif yaşam tarzının hikayedeki bir yansıması olmasın?
Triet filmdeki karakterlerinin gerçekçiliğiyle ilgili şu yorumunu ekliyor “Gerçekçi film yapmak isteyen insanlar saflık idealine inanırlar. Aksine benim ilgilendiğim ise, hem biçim hem içerik olarak saflığın tam zıttıdır. Karakterlerim leş ve uyumsuz insanlardır, panik içinde büyümüş çocuklar ve yaşama kabiliyetini yitirmişler. Onların kabalığında gördüklerimi hayaletlere ve modern hikayelere tercih ederim. Laetitia ve Vincent zor zamanlardan geçiyorlar, canavarca ve şiddet içeren zamanlar, ama onlar yaşıyor!” (Kaynak)
Triet’e gerçekçilik üzerine övgülerimi sıraladıktan sonra kamera arkasındaki gerçek hayatla ilgili bazı tatsız edici detaylara geçeceğim. Filmdeki çocukların sigara içilen bir ortamda, dışarı ayakkabısıyla gezilen halılara yalınayak oturup kalktığını, sürekli ve gerçek zamanlı ağladıklarını görmek çok rahatsız ediciydi. Arka planda bebek ağlaması duyduğumuz filmlerdekinden farklı ve çok gerçekçi sahnelerden sonra filmin kurmacasından çıkıp gerçek hayatta o sahnelerin tekrar tekrar çekildiğini düşündüm ve sigara dumanlı, pis bir ortamda ağlatılan bebekler için çekimlerin nasıl bir eziyete dönüştüğünü hayal ettim. Daha sonra yine hayalimde Justine’e döndüm ve kaşlarımı kaldırarak sordum “Seçme şansı olmayan çocukların bu filmdeki gibi bir ortamda çalışmasına, bugün nasıl bakıyorsun? Artık sen de iki çocuk annesisin ve bu filmi kendi bebeklerinle bugün çekiyor olsaydın yine bu şartlarda mı çekerdin?”
Elbette ki Justine’in duymadığı bu soruya yanıt vermesi mümkün değil ama şimdi ben ona bu soruyu yöneltmiş kendime döneceğim ve kendime soracağım “Justine bir kadın yönetmen ve bir anne olmasaydı ona yine bu soruyu sorar mıydın?”
Bir yönetmen olan Triet ve bir anne olan Justine’in çabasını ve ondan hala bir kadın yönetmen olarak bahsediyor oluşumuzun sebebini bu sorularla çok net ortaya koyduğumu sanıyorum. Bazen sorular sebepleri yanıtlardan daha net ortaya koyar.
Triet ilk uzun metrajının Cesar adaylığından sonra geleceği parlak yönetmenler arasına girdi. Ondan yükselen beklentilere vereceği karşılık 2016 tarihli ikinci filmi Victoria oldu. Romantik komedi olarak sınıflandırılan filmin orijinal adı Victoria olsa da globalde In Bed with Victoria adıyla biliniyor. Seçilen bu isimde Victoria’nın evdeki vaktinin büyük çoğunluğunu yatağında geçirmesinin de payı var. Daha derin ve biraz da cesur yorumlarsak hayatındaki boşluğu sevişerek doldurmasının da payı olabilir. Laetitia gibi iki kızıyla yalnız yaşayan Victoria, avukatlık ile annelik arasında sıkışmış, bir yandan da çok belli etmese de içini kavuran tatminsizliğin dışavurduğu varoluş sıkıntısının altında boğulmaktadır. Hayatı boyunca olağanüstü bir çabayla tutunduğu mesleği olan avukatlıkla ilgili idealist olmaya çok uzak bir noktadayken, alkol problemi ve uzun süreli olmayan ilişkileriyle Victoria’nın nefesini kesen iç sıkıntısını çok net hissedebiliriz.
Süregelen boğucu hayatındaki kırılma noktası ise arkadaşının düğün yemeğinde yaşanır. Aklının kaldığı eski sevgilisini onun yeni sevgilisiyle, romantik ve abartılı aşk gösterileri içinde seyreden Victoria sahneye deyim yerindeyse kıskançlık içinde bakmaktadır. Zaten hep öyle olmaz mı? Bir dönem birlikte olduğumuz ve bir sebepten yollarımızın ayrıldığı insanları seneler seneler sonra bambaşka bir yerde, belki ilerlemiş ve mutlu, gördüğümüzde dönüp kendi hayatımıza bakar ve sorarız “Ben ne yapıyorum?” Biz içten geçen ve dile dökülmemiş bu soruyu duysak da o geceki kırılma noktası bu soru değildir. Eski sevgilisinden aldığı haberle, o gece eski sevgilisinin sahnede abartılı aşk gösterilerinde bulunduğu kadını yaralamakla suçlandığını öğrenir. Geçmişten gelen sevgili, ona avukat olarak ihtiyaç duyuyordur, güvenebileceği tek kişi odur, başını bu büyük beladan kurtaracak kurtarıcı belki de. Her ne kadar profesyonel anlamda anlamsızlığını bilse de belki de içindeki boşluktan ötürü çağrıya kulak verir. Sonra gelişecek ve onun mesleğinden geçici olarak uzaklaştırılmasına sebep olacak bir dizi olay boyunca onun yanında olan ve ona destek veren iki isim olacaktır. Biri yine kendisi gibi avukat olan arkadaşı, diğeri ise yine o düğün yemeğinde tekrar karşılaştığı eski müvekkili. Dolayısıyla tıpkı Triet’in hayatında şans ve şanssızlığın aynı anda gelmesi, şanssızlığın daha sonra hayatının şansına dönüşmesi gibi, Victoria da aynı gece hem hayatının belasıyla hem de aradığı huzurla karşılaşacaktır. Mitolojideki iyi ve kötü haberciler gibi, o gece geçmişten gelen iki haberci Victoria’yı film boyunca önce düğümlenen en sonunda da klasik romantik komedilerde olduğu gibi çözümlenen bir olay örgüsünün içine sürükler.
Giriş-gelişme sonuç itibariyle, klasik kodları kullanmayan fakat en nihayetinde bir romantik komedi olan filmde, bir hayli parodi şeklinde ilerlese de Justine Triet’in bir suç davasına bakış açısını da gözlemleme fırsatı buluruz. Basına yansıdığı için toplumun da tepkileriyle ilerleyen yargı sürecinde, suç-suçlu kavramına, ilişkilere ve kadına karşı farklı perspektifler yansıtılırken son filmi Anatomie D’une Chute’un ilk sinyalleri de görülebilmektedir. Diğer yandan ana karakter Victoria’nın romantik ilişkisiyle, suç vakasındaki gizem konuları su ve yağ gibi birbirine tam olarak karışamadığından, belki biraz da senaryonun kısırlığından ötürü Triet potansiyelini yakalamaya halen bir hayli uzaktır.
Victoria filminde, bir sonraki filmi Sibyl’de olduğu gibi çocuklar ana karakter değil, daha çok hikayeyi destekleyen arka fon gibi olsa da her filmiyle karakterin çocuk ilişkisi de giderek derinleştiğini belirtmek gerekiyor. Çocuklar kadının anne olma sorumluluğunu temsil eden meşgul edici figürlerin ötesine geçerek karakterin yaşamını şekillendiren, diyalog kuran insanlara dönüşür. Özellikle Sibyl‘de anne olmak istemesine rağmen o dönemki sevgisilinin baba olmak istememesi ana karakterin hayatındaki önemli bir dönüm noktası olacaktır. Çocuğunu yalnız yetiştirmek durumunda kalan Sibyl seneler sonra eski sevgilisini baba olarak gördüğünde, adeta geçmiş travmalarının çözülüşünü de sergiler. Sevdiği ve tutkuyla bağlı olduğu erkek tarafından bir anne olarak tercih edilmeyen Sibyl, ondan yardım isteyen genç aktrisle geçmişini tekrar tekrar ziyaret ederken, yetişkin ve sağlıklı bir birey olmakla, geçmişte yaşayan ve psikolojik olarak yaralı bir kadın olmak arasında git-geller yaşamaya başlar.
Bu noktada filme adını veren baş kahramanın adı olan Sibyl’in mitolojide bilge bir kadın olarak geçtiğini bir parantez olarak açabiliriz. Masal odur ki Sibyl kainatın sırlarını içeren dokuz kitabıyla o dönemin hükümdarının karşısına çıkar ve kitapları kendince makul ama hükümdarın absürt bulacağı bir karşılıkla ona vermeyi önerir. Hükümdar bedeli çok yüksek bulup kabul etmediğinde Sibyl kitaplardan üçünü yakar ve kalan altı kitabı yine aynı bedelle vermeyi tekrar önerir. Hükümdar bu küstahlığa sinirlense de bir yandan kitaplarda bulunan gizemli bilgileri merak etmeye başlar. Fakat başta verdiği hükümden de geri dönemediğinden teklifi tekrar reddeder. Bu sefer Sibyl kalan altı kitabın üçünü daha yakarak, kalan üç kitabı yine aynı bedelle hükümdara vermeyi önerir. Kitapların tamamının yok olacağını fark eden hükümdar, içinde giderek büyüyen merakın da etkisiyle, başta dokuz kitap için kabul etmediği bedeli kalan üç kitap için vermeyi kabul eder. Bu hikayedeki bilge kadın Sibyl ile Triet’in filmindeki baş karakterin ortaklığı nedir diye bakacak olursak, genç aktrisin ve onunla birlikte günümüzde anne olmak ve olmamak arasında seçim yapmak durumunda kalan birçok kadının karşı karşıya kaldığı soruların yönetildiği kişinin Sibyl olduğunu gösterebiliriz. Sibyl de mitolojideki adaşı gibi elindeki bilgiyi talep edene kolaylıkla vermez. Hatta bu bilgiye bakış açısı da özellikle dikkat çekicidir. Sibyl, bilginin talep edene ulaşmasından çok kendi iddiasının kazananı olmanın peşindedir. Sibyl ve genç aktris arasında geçen süreci kendi adıma başka bir açıdan da özellikle ilginç buldum. Hayatın değişmez kuralı şudur ki, bilgelik paha biçilmez bir karşılığı, yani insanın gençliğini kendisine bedel biçmektedir. Olgun bir insan, gençliğinde yaşadığı acı tecrübelerle bilginin bedelini ödemiştir. Genç ve bilgisiz olanın bakış açısıyla ise tecrübeyle edinilmemiş hiçbir bilginin doğruluğunun da bir garantisi yoktur. Filmde genç aktris, Sibyl’in söylediklerine kayıtsız şartsız uysa da Sibyl kendi hayatında kelimenin tam anlamıyla kaybolmuş bir haldedir. Filmin seyircisi olarak karşı karşıya kaldığımız bu duruma absürt bir ironi olarak gülsek mi üzülsek mi bilemeyiz.
Justine bu filmi çektiğinde hayatında 40 barajını devirmiş, yaşlı sayılmasa da artık genç bir kadın olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir döneme girmiştir. İlk filmlerinden itibaren ana karakterden daha genç yan karakterlerle belirginleşmeye başlayan bu olgun-genç insan ilişkisi, bu filmde daha da ön plana çıkar. Şimdi durup şöyle sorabiliriz “Sektörde parlak bir yönetmen olarak bilinen, her filmi merakla beklenen Justine, çevresindeki genç sinemacılara ne sunuyor?” Genç sinemacıların bir tarafında tecrübesizlikleri, henüz çekilmemiş acıları, ödenmemiş bedelleri varken diğer yanda umut vaat eden bir gelecekleri, yapabilecekleri tonlarca hata, en önemlisi de paha biçilmez gençlikleri vardır. Gençlik bilgi için ödenecek en yüksek bedel. Justine bu bedeli ödedikten sonra yıllar geçtikçe geride kalan gençliği için bir özlem duyuyor mudur? Özlemini kıskançlıkla değil, gücüyle onların önüne açmakta kullandığını, Cannes’da büyük ödül aldığında yapacağı konuşmasından tekrar hatırlayabiliriz.
Justine’den, Triet’in Sibyl filmine tekrar dönersek, filmdeki gerçek-kurmaca karmaşasının ne kadarı Triet’in özellikle oluşturmak istediği bir gizem, ne kadarı ise ana karakterin rahatsızlıklarının bir ürünüdür bunu ayırt etmek film ilerledikçe giderek güçleşir. Bu güçlük ana karakterin kendi arzu ve hayal kırıklıklarını yansıttığı ikinci bir karakterle, hem hastası hem de kitabının ana karakteri olan genç aktrisle, daha da fazla eksen değiştirir. Ayrıca Triet’in filmlerinin senaryosunu yazarken gerçek hikayelerden beslense de gerçeği dönüştürmeyi daha çok tercih ettiğini de özellikle eklemek gerekiyor. Hoş oyuncularının filmi zora sokan ve tamamlanması neredeyse imkansız bir göreve dönüştüren kaprislerine karşı kalbinin en derinliklerinden gelen duygularını paylaşarak “Senden nefret ediyorum” diyen kadın yönetmende, Triet kendi pasif agresif duygularını ortaya dökmüş de olabilir, bunu bilmiyoruz. Yine de Triet’in açıklamalarına sadık kalarak, senaryolarındaki karakterlerin ve durumların kökleri kendi hayatından ve tecrübelerinden beslense de onlara asıl gücünü veren şeyin bu gerçeği dönüştürme yeteneği olduğunu söylemek mümkün. Filmdeki Sibyl’ın kitabını yazarken yaptığı gerçeği dönüştürme işi de bir anlamda buna benziyor.
Sibyl filmiyle Triet’in sinematografi ve oyunculuk yönetiminin gelişimi de göz ardı edilemez. Dış mekan ve yakın plan çekimlerde, senaryonun en can alıcı sahnelerini başarıyla perdeye dökecek kareler yakalamayı başarır. Bu açıdan filmi teknik açıdan güçlü bulsam da senaryodaki karmaşıklığın, ana duygu ve hikayeyi baltalayan bir unsura dönüştüğünü düşünüyorum. Diğer yandan Sandra Hüller ile tanışması açısından filmin bir dönüm noktası olduğunu inkar edemeyiz . En nihayetinde geçmişten bugüne çıktığımız yolculuka, başladığımız karakter de Sandra’ydı.
Son ve tüm ödül arenalarında en büyük başarıyı yakalayan filmi Anatomie D’une Chute’a geldiğimizde ve Triet filmlerini anlatırken çözümlemeye başladığımız Sandra karakterine geri döndüğümüzde Justine’in sayısız platformda verdiği birçok söyleşiye rastlıyoruz. Filmdeki kilit karakteri Sandra Hüller’i düşünerek yazdığı, karakterin çift dilli özelliğine uygun bir olay örgüsü tasarladığı, Sandra Hüller’in bu film için Fransızca dersler aldığı da bir sır değil. Triet’in filmin senaryosunu eşi Arthur Harari ile birlikte, pandemi dolayısıyla kendi küçük dünyalarında dışarıya kapalı geçirdikleri dönemde yazdıkları da üzerinde sıkça konuşulan bir diğer detay. Senaryonun yazılış dönemi filmin ana atmosferini de oluşturuyor. Pandemi dönemindeki bu kapana kısılmışlık duygusunu, filmdeki Sandra’nın kendi ülkesinden uzaktaki bir Fransız kırsalında geçirdiği hayatında hissedebiliyoruz. Büyük bir tutkuyla evlendiği kocasıyla birlikte geçirdikleri umursamaz ve eğlenceli günler geçmişte kalmış, yerini evliliğinin yazılı ve yazılı olmayan kuralları içinde geçen ve kendini tekrar eden günlere bırakmıştır. İlişkilerinin doğasındaki bu değişime özel ihtiyaçları olan çocuklarının durumu da eklendiğinde, evlilik her ikisi için de bir hapishane hayatına dönüşür. Kırsaldaki insanlardan uzak ve sıkıcı ortamın da bu duruma faydası olduğu söylenemez. Sonuç olarak Triet’in son filminde bir düşüşün anatomisini yazarken, mecazi olarak evliliğin düşüşünü de yansıttığı söylenebilir.
Bir an durup filmin dışına çıktığımızda, filmde konu edilen evliliğin anatomisinin, Justine ve eşi Arthur Harari’yi yazının başında benzettiğim çiftlerden hatırlanacak Noah Baumbach’in bir filmi olan Marriage Story(2019) ile benzeştiğini de söylemek mümkün. Özellikle hayatındaki başarısızlıklar ve kapana kısılmışlık için Sandra’yı suçlayan pasif agresif kocasıyla arasında geçen kavganın ses kaydını dinlediğimizde, evliliğin birleştirici çatısı altında yaşanan ayrılığı iliklerimize kadar hissedebiliriz. Sevgi ve tutkuyla hayatını birleştiren iki insanın, birbirinin en büyük kıyımcısına dönüşmesi, aralarına giren o dipsiz uçurum çok eskilerden beri üzerine çok konuşulan, çok bildik bir konu olsa da günümüzde bu tartışmaların doğası da dönüşüme uğradığından popülerliğini asla yitirmedi. Evliliğin doğasına ilişkin en başarılı örneklerden birinin efsanevi yönetmen Ingmar Bergman’dan geldiği söylenebilir. Hatırlarsak bu konuya esaslı bir girişi, neredeyse elli sene önce Bergman’ın Scener Ur Ett Aktenskap (1974) filmiyle yapmıştık. 1973 yılında TV dizisini çektiği konuyu 1974’te dönüştürdüğü filme geçmeden önce Bergman’ın sinemadaki kadın karakterine bir saygı duruşunda bulunmak yerinde olur. Bergman’a kadar seneler ve seneler boyu kadını o kadar tek boyutlu izlemiştik ki birkaç kıvılcım haricinde kadın, kendini sürekli tekrar eden tektip bir karakter, deyim yerindeyse iki boyutlu bir karton gibiydi. Genellikle erkekler tarafından anlatılan kadın, sadece aşık olmak, aşık olunmak veya annelik için var olurdu. Bergman ise filmlerindeki kadın karakterlerine et ve kemik vererek, içine ruh veya adına her ne diyorsanız onu üflediği için sadece sinema adına değil, sinemadaki kadın karakterler adına da devrimci bir isimdir.
Scener Ur Ett Aktenskap filminde, onun hünerli ellerinden çıkan evlilik manzaraları esasında bir evlilik çözümlemesi olsa da filmi kendini var edememiş, esasında kim olduğunu hayatı boyunca tam anlamıyla bilememiş bir kadının, kendini biten evliliği sonrasında keşfedişinin hikayesi olarak da izlemek mümkündür. Filmdeki mirasın devamını Baumbach 2019’da Marriage Story ile getirdiğinde, hikayeyi modernleştirerek, daha çok konuşan ve günümüze daha yakın bir kadın karakter yaratmıştı. Elbette ki Bergman’ınki kadar derin olmasa da kadının evlilik ve evlilik dışındaki varlığına güncel bir bakış açısı getirmesi açısından Baumbach’i başarılı buluyorum. Film ayrıca takip eden yıllarda bir dizi yapımı ateşleyen kıvılcım olarak nitelendirilebilir. Bu konu, 2021 yılında Sam Levinson‘un Malcom& Marie‘siyle Afrika kökenli Amerikalıların kültürel kodlarıyla yeniden yazıldı, yine aynı sene Hagai Levi‘nin HBO için yaptığı mini seri Scenes from a Marriage adıyla gösterime girdi. Hagai Levi dizisinde birebir Ingmar Bergman’ın senaryosunu uyarlasa da parlak bir fikir olarak karakterleri yer değiştirmiş, yetmişlerdeki erkeğin yaşadıklarını kadına, kadınınkileri erkeğe giydirmişti. Karakterlerin isimlerinden koltukta oturdukları pozisyona kadar Bergman’a bir saygı duruşu olarak ilerleyen dizideki kadın karakterin, Bergman’ın karakteriyle arasındaki elli senede geçirdiği dönüşüm çok çarpıcıdır. Bu perspektiften bakıldığında, Arthur Harari ile pandemide kapana kısıldıkları evlerindeki hayatlarından senaryoya dönüştürdükleri karı-koca çatışmasının, yukarıda bahsettiğimiz zincire bir halka olarak eklendiği söylenebilir. Bununla beraber filmin zincirdeki önceki halkalara eklediği en güçlü yenilik kendi başına bir karakter haline gelen çocuktur. Bu yeni ve güçlü unsur, zincirin ilk halkası olarak saydığımız Bergman filminde (belki de Bergman’ın özel hayatında özellikle görmezden geldiği çocuklarından ötürü filmlerine de yansıtmamayı özellikle tercih ettiği) eksik kalan önemli bir boyuttu. Triet’in ilk filmlerinde de sadece bir fon olarak yer alan çocuk karakterlerin zamanla etkisini arttırdığını belirtmiştik. Giderek artan bu etki Anatomie D’une Chute filmindeki çocuk kahraman olan Daniel’in son derece kompleks ve gizemli karakteriyle filme derinlik ve güç katıyor. Sandra ve kocasının arasındaki çalkantılı ilişkiyi fırtınalı bir okyanusa benzetirsek, Daniel da okyanus yüzeyinden kendisini belli etmeyen ama suyun derinliklerinde dönen güçlü bir anafor gibidir. Bildiğimiz ve gördüklerimiz ötesinde belki de suyun yüzeyindeki fırtınadan daha güçlü etkisi olan bir anafor.
Ayrıca filmde Triet’in Victoria filminde sinyallerini verdiği suç-suçlu perspektifini de iliklerimize kadar hissederiz. Suçlu olup olmadığını başrol oyuncusu Sandra Hüller ile de paylaşmayan Triet, senaryoyu tüm olasılıklara eşit mesafede tutarak, yaptığı manevralarla izleyicisinin ilgisini sürekli zirvede tutmayı başarır. Filmi izleyen herkesin Sandra ve düşüş olayıyla ilgili bir fikri olmasına rağmen, gerçeğin ne olduğunu kimse kesin olarak söyleyemez. Tıpkı olayı yaşayan birinci şahıslar haricinde gündelik hayatta duyduğumuz hiçbir hikayenin arkasındaki gerçekleri asla kesin olarak bilemez oluşumuz gibi. Gerçek, suç, suçlu kavramları durduğumuz noktadaki perspektife göre şaşırtıcı derecede değişkenlik gösterir. Perspektife ek olarak izleyicinin kişisel tecrübeleri, karakteri vb. unsurlar da eklenince olasılıkların ucu bucağı sınırsızlaşır. Gizemle seyircinin kaybolduğu düğümler yarattığı kısır olasılıklarla dolu Sibyl filmindeki başarısız denemesi sonrasında Triet sonunda doğru formülü Anatomie D’une Chute ile bulmuş görünüyor.
Triet’in son filmlerinde dokunmaya başladığı genç-olgun ilişkisi bu filmdeki ana olayın gerçekleştiği günkü röportajı yapan genç gazetecide beden bulur. Genç gazeteciyle arasında geçen flörtöz konuşmada bu ikilik çok altı çizilmese de kendi adıma Triet’in önümüzdeki dönemde yapacağı filmlerden birinde bu ilişkiyi derinleştireceğine dair güçlü sezgiler taşıyorum.
Hızlıca toparlarsak, teknik ve oyuncu yönetimindeki iyileşmeyi bir adım daha öteye taşıyan Triet’in, üstüne son derece başarılı karakterlere, diyaloglara, manevralara ve gizem unsurlarına sahip senaryosunu ve Sandra Hüller başta olmak üzere güçlü oyuncu kadrosunu eklediği filmin 2023’ün en başarılı yapımlarından biri olması kesinlikle şaşırtıcı değil.
Sonuç
Triet’in kadınlardan seçtiği baş karakterlerle sürdürdüğü sinema yolculuğunu ve bir kadın yönetmen olarak Justine’i incelediğim iki bölümle, sanat ve sanatçı arasındaki ilişkiyi de kurmaya çalıştım. Her ne kadar bu yolu tercih edişimde, Justine’in senaryolarındaki gerçeklik payı ile ilgili yarattığı cazibe rol oynasa da hayat ve sanat arasındaki bağın gücüne olan inancımın da etkisi büyük. Oscar Wilde’ın “Hayat sanatı, sanatın hayatı taklit ettiğinden daha fazla taklit eder.” aforizmasındaki ilişkiyi kendi adıma hayat ve sanat arasındaki bir baştan çıkarma olarak tanımlıyorum. Kimin kimi baştan çıkardığının bana göre pek de bir önemi yok.
Laetitia’dan Sandra’ya kadar sürekli gelişen karakterleri, hikayelerine eklediği güçlü unsurlar, gizemi kullanışında artan ustalığı ve geniş perspektifiyle sürekli gelişen Triet’i takip etmek güzel fakat yine de öngörülebilirliğinden hoşlanmadığımı itiraf etmeliyim. Onu, geçen senenin şampiyonu olarak katılacağı bir bisiklet yarışındaki görüntüsüyle değil, gözlerini kapayarak yüzünde rüzgarı hissettiği sürüşüyle hayal ediyorum da işte bu beklenmedik ve akılda kalan bir şey olurdu. Sinemaya asıl heyecanını katanlar da genellikle böyle şeyler oluyor.