The Past is Never Dead. It’s not Even Past.
“The past is never dead. It’s not even past.”
William Faulkner’ın bu sözü Nickel Boys için iyi bir başlangıç olacak. İsimsiz bir mezarlığa gömülse de asla ölmeyen çocuklara ait üstünden yıllar geçse de asla unutulmayacak bir geçmiş söz konusuyken, ırkçılık Amerikan tarihinde sürekli ağza gelen safra suyu gibi, acı ve boğaz yakıyor.
Ağır bir başlangıç oldu. Öyleyse bir durup POV (Point of view) çekimlerin hatırlattıklarıyla hafifleme zamanı. POV çekimlerini son dönemde sosyal medyadaki kedi videolarında sıkça görüyoruz. Pıhlaya pıhlaya koşan kedinin boynuna asılı kamera sayesinde onunla koşar, sokak kedileriyle dalaşır, duvarlara tırmanır, ağaçlardan atlarız. Birkaç dakikalığına o tatlı tüy yumağı serserinin neler peşinde olduğunu görmek çok eğlencelidir. Eh haliyle bu çekim tekniğinin pek ‘sanatsal’ olduğu söylenemez. Her ne kadar başka filmlerde denense de pek yaygın bir yöntem değil.
RaMell Ross’un Colson Whitehead’in 2018 tarihli The Nickel Boys romanından uyarlanan filminde ise POV bambaşka biçimlerde kullanılıyor. POV çekim sabit bir noktadan az hareketle başladığında çocukluk anılarının sisli, kaygan doğasına uygun.
Film ilerledikçe çekim yönteminin aynı zamanda bir gizem oluşturma aracı olarak da kullanıldığı fark ediliyor. birinin bedenine girmiş bir yabancı gibi. onun gördüklerini görüyor onun duyduklarını duyuyoruz. İçinde olduğumuz siyahi çocuk şöyle diyor :
Benim adım Elwood.
Neye benziyorum?
Çelimsiz miyim, uzun mu, kısa mı?
Karşısında dikildiğim dükkan camındaki yansımamda boyumu, parkta düştüğümde nasıl ağladığımı gördüm.
İşin doğrusu bu başka bedendeki yabancı olma hissini finaldeki çözümlemeyle biraz daha anlam kazanacağı için tekrar hatırlayacağız.
Filmi giriş-gelişme-sonuç olarak üç bölüme ayırabiliriz. Kurgusu zaman atlamalarıyla bu üç bölümü parça parça birbirine bağlıyor ve sonunda bir bütüne ulaşıyoruz:
- Giriş bölümü ana karakter Elwood’la tanışmayı içerirken, dönemindeki ırkçı atmosfer de slogana kaçmadan anlatılıyor. Belki de yüzlercesini izledik, yine de o bedene girdiğimizde biraz korkuyor ve kapana kısılmış hissediyoruz. korku ve endişe. herhalde en yoğun his bu.
- İkinci sıradaki gelişme bölümü talihsiz olaylar zincirinin sonucu olarak bir ıslahevinde geçiyor. İlk defa pov çekime ikinci bir kişi daha ekleniyor : Turner. Elwood’un, turner ile tanıştığı yemekhane sahnesinde Turner’ın bakış açısıyla aynı sahneyi ikinci kez yaşıyoruz. Turner’ın gözünden Elwood, güvensiz, korkmuş, hatta korkmuş yetersiz bir ifade, paniğe kapılmış bir genç adam olarak karşımıza çıkıyor. İkinci bölümde finaldeki twist için de serpiştirilen ipuçlarını da fark etmemek mümkün değil.
- Üçüncü bölüme ise seneler sonra bir bilgisayara bakan adamın omuz arkasından giriş yapıyoruz. Geçmiş fotoğraflara bakarken, belgeleri araştırırken belli ki geçmişin peşinde. O Elwood’un yetişkin hali mi? Rastalı saçlarından bunu anlamak güç. Birkaç belgede adı geçtiği için o olmalı. Kötü günleri geride bıraktıysa rahatça filme devam edebiliriz. Edebilir miyiz?
Genel olarak ilk ve ikinci bölümü güçlü bulsam da üçüncü bölüm bir bilgisayar oyunu izlenimi verdiği için bence iyi değildi. Kameranın bedenden çıkıp omuz arkasına alınmasında, uzakdoğuya özgü, ölü ruhların insanın omuzlarına bindiği inanışının izlerini buldum. Hani biri ölür ve lanetli ruhu yaşayan bir başka bedenin üzerinde o ölene kadar gezinmeye devam eder. Onun gibi, Elwood öldüğünde kamera turner’ın gözünden çıkıp arkasına geçiyor. bu geçiş anı çok belirgin.
Finalde filmin girişini yaptığımız çocukluk anısına benzer bir sahneyle karşılanıyoruz. Bir hayatın başlangıcı ve sonundaki bu iki sahnenin benzerliği dokunaklı.
Bir benzerini çocukluk ve yetişkinlik anılarından şu ikisiyle yakalamıştık, nefis ikilemeler :
Finalde Elwood’un öldüğünü ve Turner’ın onun yerini aldığını görünce, başlangıçtaki bir başkasının bedenindeki yabancı hissinin aslında filmdeki Turner karakterine ait oluşu, izleyici ve Turner arasındaki bu özdeşleşme daha da belirginleşiyor.
Filmde en çok sevdiğim özellikleriyle başlarsak; çekim tekniği açısından kesinlikle yenilikçi olduğunu söylemek gerekiyor. İzleyici ve Turner karakteri arasındaki özdeşleşme zekice kurgulanmış. Özellikle montajda çıkarılan iş olağanüstü. Filmin belgesele kayan hibrit yapısı için montajda çok emek harcandığı belli. Ayrıca fiziksel ve cinsel şiddet içeren sahnelerdeki kaçamak bakışlar, araya eklenen görüntü ve sesler de oldukça etkileyiciydi. Müzikleri de öyle, caz, filmin ritmine çok çok uyumlu.
97. Akademi Ödüllerindeki adaylıkları düşünüldüğünde en iyi uyarlama senaryo yerine alması gereken adaylığın Best Film Editing olduğunu düşünüyorum. Nicholas Monsour kendi adıma filmde en başarılı bulduğum isim oldu.
Sevdiklerimi saydıktan sonra filmle ilgili sevmediklerime geçebilirim. Bu kadar ‘teknik’ hareketler, özellikle üçüncü bölümdeki omuz arkası çekimlerde, izleyiciyi yoruyor muydu? Bence Evet.
Film eleştirmenleri, festivaller ve sinema profesyonelleri arasında çok konuşulsa da geniş bir izleyici kitlesine ulaşabilecek bir yapım değil. Esasında şart da değil ama kendi adıma bağımsız ve yenilikçi yaklaşımları sanatın özgür dışavurumu olduklarında çok değerli buluyorum. Nickel Boys ise özellikle belli bir kitleyi (film kritikleri, festival çevreleri vs.) hedefleyen fazla planlı bir yapım izlenimi yarattığından bende heyecan uyandırmadı.
Ayrıca her ne kadar hikaye sloganlaştırılmamış desem de filmdeki siyah-beyaz mücadelesinde neredeyse ıslahevinde beyaz çocukların da canavarlaştırıldığını göz ardı etmek mümkün değil. Oysa ki filmin konusunu aldığı ve yüz yıldan fazla aktif olan Dozier Okulları (Florida School for Boys) siyah çocuklar için olduğu kadar beyaz çocuklar için de bir işkence merkeziymiş. Filmde sadece melez bir hispanik çocuk üzerinden cinsel şiddet gösterilse de, 2013 yılında yapılan soruşturma kapsamında ulaşılan kalıntılardan, tanık ifadelerinden White House dedikleri beyaz erkek bölümünün de sadece futbol oynayıp eğlendikleri, boks maçında şikeyle galip getirilmeye çalışılan bir yer olmadığı görülüyor.
Dolayısıyla, beyaz çocuklar için ağaçlarda korkutucu Ku Klux Klan kancalarının olmaması, onların da bu okulda işkence görmediği anlamına gelmiyor. Bu tek taraflı anlatım uyarlandığı orijinal metinde de var mıydı, kitabı okumadan yorum yapmak mümkün olmasa da filmin hikayesinin gücünü azaltan bir bakış açısı olarak değerlendirmek mümkün.
Film cesaret isteyen teknik tercihleri ve bunu ustalıkla işleyişiyle takdiri hak ediyor. Kendi adıma bir başyapıt olarak değerlendirmesem de konusu itibariyle uyandırdığı ilginin ve hedef aldığı sinema profesyonellerinin de rüzgarıyla daha uzun süre ses getireceğini tahmin ediyorum.