Fish Tank

Hayatına Pencereden Bakan Bir Yabancı

Andrea Arnold
Dram
Birleşik Krallık
2 sa 2 dk
Katie Jarvis | Michael Fassbender

Ödüller & Festivaller:
21 Ödül, 30 Adaylık

BAFTA Best British Film (2010), Cannes Juri Ödülü (2009) 

Bu sene yeni filmi Bird ile festivallerde boy gösteren Andrea Arnold‘u eski filmleriyle hatırlamanın tam zamanı. Son filminin konusunu The Guardian yazarı Peter Bradshaw şöyle özetlemiş : Kimlik ve aidiyet, değer verilmemek, görülmemek, çocukluktan yetişkinliğe, kızlıktan kadınlığa geçiş, cinsiyetçilik ve zalimlik. Aynısını alıp Fish Tank’in konusunu özetlemek için de kullanabilirim, her seferinde benzersiz bir şekilde anlattığından emin olarak. 

İngiliz kenar mahallelerinde yaşayan sorunlu genç kadınların ve çocuklarının yoksulluk içindeki hayatları ve genellikle televizyonda izledikleri ünlülere özendikleri hayalleri, Andrea Arnold’ın çoğu filminin ortak konusudur. Kendisi de çocuk yaşta anne olmuş bir anne babanın İngiliz kenar mahallesinde yoksulluk içinde büyüyen kızı olarak, ailesiz ve şefkatsiz çocukluğunun izlerini filmlerine yansıttığını söyleyebiliriz. Bu hayatlar izlerken insanda soyulmuş oje etkisi de yaratır.  Güzelleşmek için sürülmüştü oysa ki. Şimdi ise kenarı köşesi soyuldu ve şu haliyle güzel olmaktan çok uzak. Büsbütün çirkin de demeyelim; denenmiş ve olamamış bir şeye bakıyoruz. Konu ettiği hayatlar öyle olsa da Arnold’un filmlerine bütünüyle olmuşluk hakimdir; az bir zaman diliminde derdini anlatabilme becerisi, başarıyla yarattığı mekanlarda, kenar mahalle sokaklarının gerçekliğini yansıtan diyaloglarında ve kamerasını odakladığı detaylarla oluşturduğu karakterlerinde kendisini gösterir. Özel bir çaba yoktur, doğuştan yetenekli birinin dansını izler gibi, müzikle akan ve arkasındaki çabayı unutturan bir doğallık göze çarpar. İyi kısmına gelmek için bir süre sabretmeniz, sonuna kadar beklemeniz gerekmez. İlk beş dakikasında sizi yakalarsa yakalar – sonra arkanıza yaslanıp  izlediklerinizin zevkini filmin sonuna kadar çıkarabilirsiniz. Onun filmleri, hikayenin tüm can alıcı kısmın anlatıldığı uzun diyaloglara maruz kaldığınız, şifre çözdüğünüz, alt metin okuduğunuz filmlerden değildir. Tüm bunlara rağmen yavan ve yüzeysel olmaktan da çok uzaktırlar. 

En başından itibaren insanı içine çeken bir dünyası olan Fish Tank filmi nefes nefese kalmış bir insanın sesiyle açılır. Genç bir kadın, gök mavisi bir duvarın önünde elleri dizlerinde durmuş nefes nefese. Sonra doğrulur, siyah kalem çekilmiş gözleri uzaklara bakar. O sırada aklından neler geçiyor? Mia ile tanışma anımız tam da burada olur. Buraya – yani kutsal sığınağına- ve biraz sonra önünde duracağı pencereye daha sonra tekrar tekrar gelecek.  

Film Mia Williams adındaki 15 yaşındaki bir kızın, içine doğduğu ama tam olarak da bir parçası olamadığı hayatının kırılma noktası olacak döneme kamera tutuyor. Belki de yetişkin bir kadının geçmişe dönüp baktığında, işte hayatım o yaz değişti ve hatta o yaz büyüdüm diye hatırladığı bir zaman dilimi. Film boyunca sürekli tekrar eden pencere önü sahneleri Camus’nün Yabancı romanındaki gibi bir yabancılaşmayı hissettirir (yaşamın kıyısında, geçişini seyreden, kendime yabancı olduğum garip bir ruh hali içindeydim. Seçimlerim, geleceğim, hepsi sanki bir yabancıya ait gibiydi, bana değil) Pencereden baktığı mahallesinde, basketbol sahasında dans ederken seyrettiği çocukluk arkadaşında, en ufak sevgi ve ilgi kırıntısı göremediği kendisi de hayatında kaybolmuş genç annesinde, büyük umutlarla gittiği dans seçmesinin sahnesinden baktığı yarı çıplak seksi kadınlarda hep bu ait olamama, yabancılaşma duygusu kendisini hissettirir. Bir kadının kıyafetindeki kurumuş kan lekesini gördüğünde o yaranın ne zaman olduğunu hatırladığı anlara tanık olur gibi. Sonra kadın kafasını kaldırır ve rüzgarda dalgalanan tül perdeye bakar. Gözlerinde güzel anların yansıması parlarken, bizi California Dreaming çalan bir arabanın arka koltuğunda, saçlarının pencereden giren rüzgarla uçuştuğu ana götürür. Mia’nın gözlerini kapattığı bu an yüzü bulanıklaşır. Varlığı unutulmuş bir güzelliğin, gerçeğin çizgilerini bulanıklaştırdığı anlardan birini hatırlıyoruz. Görüntünün bulanıklaştığı diğer sahnelerde ise Mia genellikle dans eder.

Mia’nın evinde standart ailelerin yemek sofraları yerine pis bir mutfaktaki boş buzdolabı, ayaküstü veya salonda koltuk üzerinde yenilen çöp yiyecekler – o da bulunursa- küçük yaşına rağmen gizli saklı tükettiği içki var. Televizyon sürekli açık ve aptal yarışma programları, zengin rapçilerin yat üstünde çektikleri video klipleri döner dururken Mia da annesi tarafından itilip kakılır. Mia’yı tanıdıkça onun ne kadar inatçı olduğunu da görürüz. Hayatla hep tek başına mücadele etmek zorunda kalışından gelen dayanıklılığıyla kafasına bir şey taktı mı sonuna kadar gider. Perişan haldeki yaşlı atı zincirlerinden kurtarmak için bir seferinde tecavüze uğrama tehlikesi atlatsa bile, ertesi gün yine oraya gidecek kadar saplantılı olabilir. 

Annesinden göremediği sevgi ve onaylanmayı, annesinin sevgilisinde gören Mia, ona cinsel arzunun ötesinde bir yakınlık duysa da bu ilişki onu hayal kırıklığına götürecektir. Adamın evli ve çocuklu hayatına duyduğu hınçla yaptığı aptallık sonrasında ondan yediği tokat da Mia’yı ağlatmayacaktır. Mia’yı ağlarken gördüğümüz tek sahne, kendisiyle özdeşleştirdiği ve daha önce defalarca özgürleştirmeye çalıştığı yaşlı atın öldüğünü öğrendiğinde yaşanır. Ne tesadüftür ki at 16 yaşındadır ve artık ölmesi gerekiyordu. Tıpkı Mia’nın 15 yaşını geride bıraktığı o sene öldüreceği çocukluğu gibi. Ağlarken yasını tuttuğu at mıydı yoksa hayal kırıklıklarıyla ve sevgisizlikle dolu kendi çocukluğu muydu bilmiyoruz, belki her ikisi de, belki kendi de bilmiyor.  

Çocuk yaşta anne olduğu için veya kendi yıkık hayallerinden ötürü veya bilmiyoruz her ne sebepten, çocuklarıyla bir annelik bağı kuramayan annesi, Mia’nın canını acıtmak için ona, onu hiç istemediğinden, ona hamileliğinde kürtaj olmak istediğinden bahseder. Zaten Mia da asiliğinden değil, sevilmediği ve kabul edilmediği hayatının bir parçası olamadığı için yabancılaşmıştır her şeye. Yine de yeni bir hayat hayaliyle evden ayrılacağı o gün annesinden bir sevgi sözcüğü ve sarılma bekler gibiydi. Alamayacağını anladığında salonda onunla ve kız kardeşiyle yaptığı son dansın ise insanı iliklerine kadar ürperten bir hüznü vardı, biten çocukluğa tutulan bir yas gibi. Mia isyandan vazgeçmiş ve her şeyi olduğu gibi kabullenmiş bir kadındı artık. Yetişkinliğinin ilk gününü annesini olduğu haliyle kabullendiği ve sevdiği o son dansıyla kutluyordu adeta. Yas ve kutlama iç içe. Müzik hep çalarken yapacağımız tek şey kendimizi ona bırakıp dans etmek. Yabancısı olduğumuz hayatın bir parçası olabilmenin tek yolu bu. 


Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.