Rien a Foutre

Rien e Foutre

Emmanuel Marre, Julie Lecoustre

Komedi, Dram
Fransa, Belçika
1 sa 45 dk

Adele Exarchopoulos

Çekimleri 2020 yılında dört ülkede gerçekleşen ve 74. Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan Emmanuel Marre ve Julie Lecoustre filmi Mubi’de Millenial Meltdown kategorisiyle sunulsa da onu bu kategoriyle kısıtlamak haksızlık olur. Genç bir kadının annesinin kaybıyla içine düştüğü yasın anlatımı, kasıtlı olarak yüzeysel başlasa da film ilerledikçe dönem bağımsız bir derinliğe iniyor. 

Neden kasıtlı olarak yüzeysel başlıyor? Sebebi filmin çıkış noktasına bağlanabilir. Filme dair ilk fikir, Marre ve Lecoustre’in bir uçak yolculuğu sırasında karşılaştıkları hostesin yüz ifadesinden ortaya çıkıyor. Yüzlerce yolcunun gözünün üzerinde olduğu hosteste o sırada takması gereken yüzeysel, gülümseyen maske yerine düşünceli ve içedönük bir yüz ifadesi gördüklerinde, onu merak ediyorlar; o sırada ne yaşadığını, uçak yere indiğinde nereye gideceğini, nasıl bir hayatı olduğunu. onların yüzeysel bir imgeden derinleştirdikleri bu yolculuk aynı zamanda filmin ana karakteri Cassandra’nın hayatına uzanan bir iç yolculuğa dönüşüyor. Bu noktada Adele Exarchopoulos’un film için anlamının sadece bir başrolün ötesinde olduğunu mutlaka eklemeliyim. Yönetmenler, gerçek ve kurmacanın bir karışımı olsun istedikleri filmde, Adele’in “bin yüzlü” oyunculuğuyla iç dünyasını nasıl yansıttığından, doğaçlama ilerlerken onu yönetmeyip sadece onunla konuşarak filmi nasıl ortaya çıkardıklarından bahsediyor.(*) Filme asıl başarısını getiren formül de tam olarak bu olmuş.

Film teknik olarak da oldukça başarılı. bölümler halinde çekilen ve başarıyla kurgulanan filmde, belgesel tadında bölümler olduğu gibi (filmin müziklerinde de 80lerden hatırladığımız belgesel müziği kullanılmış) karakterleri 360 derece gösteren planlara da yer veriliyor. Farklı tekniklerle çekilen birçok bölümün kolajı gibi duran bu seçim kağıt üstünde iyi dursa da filmin doğallığını bozma riski de vardı. Rien e Foutre filminde başarıyla uygulandığı için doğallığı bozmuyor. Risk alan yönetmenlerin gerçekten zor bir iş başardığı söylenebilir. Sinemada hıza karşı olmasam da temponun, tıpkı müzikte olduğu gibi sinemada da doğru ayarlanmadığında felakete sebep olduğu da bir gerçek. Birçok filmin içine düştüğü kısa zamanda çok fazla olayın peşi sıra gelmesiyle oluşan yapay etki yerine gerçek hayat gibi ağır ilerleyişiyle tutturulan tempoyu kimileri çok ağır bulsa da kendi adıma filme derinlik kattığını düşünüyorum. Belirli sahnelerde bizi yakalayan incelikleri sindirmek için, Cassandra’nın hissettikleriyle özdeşlik kurabilmek için gerekli nefes araları verilmiş.

Nedir bu incelikler? Havaalanındaki yürüyen bant üzerinde ağır ağır ilerlerken arkadaki dev billboard’da çıkan “Too Fast to Live, Too Young to Die” yazısının olduğu sahne bunlardan biri olarak sayılabilir. Bir şeylerden kaçmak, kendini unutmak için insanın içine atıldığı o hızlı akan nehirde, Cassandra yaşam için çok hızlı ama henüz yaşamın baharında genç bir kadın olarak ölmek içinse çok genç. Çalışırken ona ismiyle seslenmeyen kabin amirini düzeltmeye bile çaba göstermeyecek, terfisini istemeyecek kadar iddiasını kaybettiği hayatını sosyal medyada “Carpediem” rumuzuyla göstermeyi tercih ediyor. Günü yakala, kendini unut. Bu rumuzu annesini kaybetmeden önce mi seçmişti yoksa sonra mı diye düşünmek için gerekli zaman var. 

Diğer bir sahnede, kızkardeşi olduğunu sonradan öğrendiğimiz kadınla yaptığı gergin telefon görüşmesinden, aile evinden kaçmaya çalıştığı da hissediliyor. Bu duygu demlenmeye bırakılıyor, çok açıklanmadan, sızlayan bir diş gibi. İlerleyen bölümde onu aile evinde gördüğümüzde ise kaçtığı şeyin ev olmadığı da ortaya çıkıyor. Kaçtığı şey hayatın ta kendisi, nasıl devam edeceğini bilemediği hayat, tıpkı filmdeki belgesel – kurmaca karışımı gibi bir şeye dönüştüğünden otomatik pilotta. Gerçekliğe dönüş yolunun bulunamadığı bir kaybolmuşluk sisi. Bu duygunun modern zamanla veya modern zamanın insanıyla kısıtlanamayacağını söyleyebiliriz, insanın kendisini kaybetmeyi tercih ettiği ortamlar modernleşse de hissettikleri insanlık kadar eski. 

Bu noktada sözü Emmanuel Marre’e verip, onun filmin duygusunu da çok güzel özetlediği; kaybetmek, kaybolmak, geri dönmek ile ilgili anlattıklarıyla bitirebiliriz :

“Çok zor bir süreçten geçen veya bunalımdaki herkes kendisini şöyle hayal edebilir : bir tren peronundasın. Trenler geçip gider, insanlar inip biner. Perondasın fakat bir türlü trene binemiyorsun. Sürekli ‘Geri dönmek ne anlama geliyor?’ diye düşünüyorsun. Belki bir dönüş gibi değil de soru şu ‘Kaybolan tekrar bulunabilir mi?’ ve ‘Nasıl bir haldeyken bulunur?’ Tek yolculuk, artık terk etmemeyi öğrenen birinin yolculuğudur. Terk etmeden ayrılmayı öğrenen birinin. Bir şeyi terk etmek, kaçmak ve ayrılmak arasında büyük bir fark var. İşte yolculuk bu.”

 

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.