The Menu (2022)

The Menu (2022)

2.5/5

MARK MYLOD
KOMEDİ | KORKU | GERİLİM
AMERİKA
1 SA 47 DK
ANYA TAYLOR-JOY | RALPH FİENNES | NİCHOLAS HOULT

 

Ödüller & Festivaller:
8 Adaylık

The Menu aslında bir dizi yönetmeni olan Mark Mylod’un (Succession, Game of Thrones, Shameless…) sayılı uzun metrajlarından birisi. Komedi-korku-gerilim türündeki film çokça mesaj vereyim derken klişe havuzuna düşmeden, twistlerle şaşırtayım derken ipin ucunu kaçırmadan edemiyor maalesef.

Su götürmez bir gerçek varsa o da toplumun neredeyse en üst tabakalarından belki de %1-5’lik bir kısmı temsil eden ukala, şişik egolu ama bir o kadar da kendini bilmez zenginlerden intikam alma isteğidir. O kadar çok kişinin yapmak istediği bir şey ki bu, burada çoğunluğun (özellikle anaakım seyircisinin) filmdeki karakterle özdeşleşmesi kaçınılmaz. Yönetmen de buradan oynuyor, peki gözü tok izleyiciyi etkileyebilecek mi?

Bütün arketiplerin serpiştirilmiş olduğu filmde senaryo da klasik sinema anlatısını da neredeyse harfiyen takip ediyor. Hal böle olunca dikkatli seyircinin, daha filmin başında yatın adadan ayrıldığını bastıra bastıra gösterilmesi ile filmin sonunu tahmin etmesi hiç ama hiç zor olmuyor. Üstelik hemen peşinde gösterdiği sahnede çatışmanın kiminle kurulacağı da sürprize yer bırakmıyor: tabii ki listede adı bulunmayan, yani aslında oraya, zengin zümreye hiç de ait olmayan bir “dışarıdan gelen” ile kurulacak… Ve muhtemelen herkesin öleceği bu etkinlikte tek hayatta kalacak olan da kendisi. E peki filmin sonuna dek ne izleyeceğiz?

Muhtemelen birkaç yıldızlı bir Michelin restoranında yemek course’ları aşırı metalaştırılmış ve neredeyse bir sanat nesnesine çevrilmiş gibi görünürken misafirlerimizi iştahlandıran sadece lezzet değil bu yapay aşırılığın kutsanmasıdır. Çünkü film seçkin zümrenin sadece pisliklerini ortaya sermekle kalmayacak, aynı zamanda kutsanan sığ tüketim kültürlerini de lanetleyecek.

Elit, seçkin, zengin; adını ne koyarsanız artık, imtiyazlı kesim isimleriyle hitap edildikleri restoranda egolarını cilalarken önlerine gelecek tortilla’larla madalyon diğer yüzüne çevriliyor; sadık eş karısını aldatır, başarılı iş adamları şirket finansallarında sahtecilik yapmaktadır. Kapitale saplanan ilk bıçak.

Bahsedildiği gibi şaşırtmayacak sürprizler kendini ele vermeye devam ediyor. Tavrı tarzı Hannibal Lecter kopyası Şef ve tahakkümü altındaki (daha çok büyülenmiş gibi görünen) aşçıları bir çeşit tarikat aslında. Ve ilk olarak müridin kendini kurban etmesi ile korku klişelerine esaslı bir giriş yapar film.

Ancak daha “arınma” yaşanmadı, courselar ile birlikte değişen konseptle sırayla ve toplu olarak herkese haddi bildirilecek; şefin vurguladığı gibi, verenler ve alanlar olarak tüketim halkasının iki yönlü zincirleri. Araları çok uzatmayacağım; en sonunda climax yaşanır, cezalandırılması gereken herkes söylendiği gibi cezalandırılır; bu beklentiyle sinemaya gelen seyircinin katarsisi tecrübe etmesiyle film amacına ulaşır. Ancak geriye ne kalır, eleştirdiği şeye dair neyi değiştirir? Muamma.

Başarılı denebilecek bir konu var ise o da sinematografi ve aslında daha çok kamera açıları. Bu sebeple görüntü yönetmeninin Mulholland Drive ve Twin Peaks’den bilgimiz Peter Deming olması hiç şaşırtmadı! Özellikle marshmallow sahnesinde kuş bakışı çekimde adeta bir palet, ya da tablo gibi görünüşü takdire şayan açıkçası.

Hiciv, kara komedi derken saçmalama sınırlarında dolaşan diyaloglar vasat ile cringe arasında kalmış maalesef; özellikle de öleceğini bile bile gelen ezik-patetik fanboy fazla karikatürize edilmiş. Ve tıpkı ondaki gibi çoğu karakterin cezalandırma nedeni ya da geçmişine dair sağlam bir köprü kurulmamış, hatta şefin kendisinin cheeseburgerci geçmişine bile. Sadece “dışarıdan gelen”in uğruna birisini öldürerek elde ettiği anahtar ile şefin bilinçaltına kısa ve sığ bir yolculuk yapıyoruz, hepsi bu. Çoğu şey havada bırakılmış, ancak bilinçli bir tercihten çok sağlam olmayan bir zemin hissi ile.

Özet olarak iyi malzemelerle yapılan orta şeker bir film olmuş The Menu. Seyirci bu menüyü beğenmiş midir, tadı damağında kalmış midir bilemem, ama bana elit kesimi eleştirme klişelerinin ısıtılıp seyirciye sunulmasından başka bir şey olarak gelmedi maalesef.

Nil Birinci