/

El Maestro que Prometio el Mar (2023)

The Teacher Who Promised the Sea (2023)

Patricia Font 
Biyografi | Dram | Tarih
İspanya
Enric Auquer | Laia Costa | Luisa Gavasa 


“Ben yapmadım, siz yaptınız!”

Birinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Paris’te yaşayan Picasso, bir gün evine gelen bir Nazi subayı tarafından sorgulanır. Subay, Guernica (1937) tablosunu kastederek “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorar. Picasso’nun yanıtı nettir: “Hayır, siz yaptınız.”

Guernica’nın tüm sahnesi tek bir odada geçer.
Sol tarafta büyük gözlü bir boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde yükselir.
Ortada, acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş bir at vardır; burnu ve üst dişleri bir insan kafatasını andırır.
Atın altında, elinde üzerinde çiçekler büyüyen kırık bir kılıç tutan parçalanmış bir asker bedeni yer alır.
Atın üstünde, göz şeklindeki bir çıplak ampul ışıldar.
Sağ üstte, elinde yanan bir gaz lambası tutan, korku içindeki bir kadın camdan içeri doğru bakmaktadır.
Bir diğer kadın sağdan yalpalayarak merkeze ilerler, boş gözlerle ampule bakar.
Boğa, at ve çocuğa ağıt yakan kadının ağızlarından hançer şeklinde diller uzanır; çığlıkları temsil eder.
Sağ uçta, kollarını havaya kaldırmış bir adam, hem yukarıdan hem aşağıdan gelen alevlerle çevrilidir.
Resim, sağ kenardaki açık kapıyla sonlanan siyah bir duvarla biter.

“El maestro que prometió el mar” filmi, bu tablonun sinemasal yansıması gibidir. Filmi anlatmadan önce, bugün genç kuşakların çoğunun bilmediği bir hikâyeye dair uzun bir giriş yapmak gerekiyor. Çünkü filmde anlatılanlar, İspanya’da –ve aslında dünyanın birçok yerinde– yaşanmış, acı dolu olaylardan yalnızca biri. Bu tür hikâyelere en sık rastladığımız yerlerden biri Güney Amerika’dır; ama ne yazık ki benzer olaylar Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülkede yaşanmıştır. Bu filmlerde anlatılan vahşeti gerçekleştirenler, kendi ülkelerinde çoğu zaman “komünizme karşı vatanlarını savunan kahramanlar” olarak sunulmuşlardır. Bu da tarihin nasıl çoğu zaman galipler tarafından yazıldığını açıkça gösterir. Bu yüzden gençlere tavsiyem: Resmî tarih kitapları da dâhil olmak üzere hiçbir bilgiye körü körüne inanmayın. Araştırın, sorgulayın ve düşünün.

Gelelim filmimize. Hikâye, 1930’lu yılların İspanya’sında geçiyor. Francesc Escribano’nun “El mestre que va prometre el mar” adlı kitabından senaryolaştırılmış ve gerçek olaylara dayanıyor. Hikâyenin kahramanı Antonio Benaiges, yazar gibi Katalan kökenlidir; yani Barselona’nın da içinde bulunduğu Katalonya bölgesindendir. Bu ayrıntı önemlidir çünkü Katalonya tarih boyunca daha özgürlükçü ve sol görüşlere yakın bir bölge olmuştur.

1930’lar İspanya’sı, tıpkı o dönem Avrupa’sının geneli gibi, siyasi olarak son derece karışık bir dönemden geçmektedir. Sosyalist düşünce yükselişteyken, bu yükselişe karşı duran zengin sınıflar ve burjuvazi destekli sağcı hareketler silahlı güçleriyle sokaklarda boy göstermeye başlamıştır. Son yapılan seçimlerde cumhuriyetçiler iktidara gelmiştir; ancak ordu, din adamları ve burjuvazinin büyük kısmı bu durumdan rahatsızdır. Film de tam bu dönemde yaşananlara odaklanır.

1935 yılında, Burgos bölgesindeki küçük bir kasaba olan Bañuelos de Bureba’da geçer hikâye. Kasabanın okuluna Tarragona’dan (Katalonya’nın güneyinde küçük bir şehir) genç bir öğretmen atanır: Antonio. İdealist ve yenilikçi bir eğitimcidir. Köy okulunun tek odalı yapısına adım attığı anda, sınıf duvarındaki haçı indirir. Çocuklar haçın düştüğünü söylediklerinde, Antonio şöyle der: “Hayır, düşmedi. Ben kaldırdım. Burası kilise değil, okul.” Bu tavrını sürdürerek kasabanın rahibine seküler eğitim vermekle yükümlü olduğunu, dinin ise kiliseye ait olduğunu ifade eder.

Bir öğrenci, yanlışlıkla kırtasiye malzemelerini yere düşürünce korkudan yüzünü kapatır. Antonio nedenini sorduğunda çocuk, “Bana vuracağınızı düşündüm,” der. Antonio ise şöyle yanıtlar: “Burası okul; kimse size burada vuramaz.” Belediye başkanının kızı ise şöyle der: “Babam, tembellerin ancak dayakla öğrenebileceğini söyler.” Antonio ise çocuklara eğitimde dayak olmadığını, müzikle, dansla, sevgiyle öğreneceklerini anlatır.

Kasaba halkının ona ve yöntemlerine alışması zaman alır. Ancak zamanla onların da saygısını kazanır. Bu süreçte ona en büyük desteği ev işlerine yardımcı olan Charo sağlar. Fakat kasabanın rahibi gibi karşı çıkanlar da vardır. Rahibin şikâyeti üzerine gelen müfettiş okulda hiçbir sorun bulamaz.

Antonio, hapisteki bir arkadaşının oğlu olan Carlos’u yanına alır. Başlarda içine kapanık olan Carlos, Antonio’nun sevecenliğiyle yavaş yavaş açılır ve onu baba gibi benimser. Charo, bölgedeki siyasi atmosferin tehlikeli hale geldiğini fark eder ve Antonio’yu uyarır. Fakat Antonio kasabada kalmaya kararlıdır. Bölge faşist Falanjistler tarafından ele geçirilince Antonio orduya teslim edilir. Ağır işkenceden geçirilir. Daha sonra, ayağa kalkamayacak durumdayken kasabanın meydanına getirilir. Papaz ve belediye başkanı onun vatan haini olduğunu onaylar. Ardından, çocuklarla birlikte yaptığı tüm defter ve kitaplar meydanda yakılır. En sonunda Antonio kamyona bindirilir ve kırsalda infaz edilir.

Tam da “Kötülüğün sıradanlığı”, bir Hanna Arendt anıdır bu. Antonio, köy meydanında işkenceye uğrarken, yıllarca emek verdiği çocukların aileleri — anneler, babalar — olanlara sessizce tanıklık eder. Bazıları çocuklarının gözlerini kapatır, bazıları sadece bakar. Kimse müdahale etmez. Arendt’in söylediği gibi, kötülük çoğu zaman radikal değil, yüzeyseldir; sistemin parçası olmayı, itaat etmeyi tercih eden sıradan insanların göz yummasıyla büyür. Bu sahnede, kasabanın sessizliği ve edilgenliği, onları da işlenen suça ortak kılar.

Hikâye, 2010 yılında Burgos bölgesinde bulunan toplu bir mezarla başlar. Mezardaki cesetler teşhis edilirken, yüzlerce benzer örnekten sadece biri olan bu olay gün yüzüne çıkar. İspanya İç Savaşı, çok az bilinen ama çok özel bir savaştır. Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte gelişen işçi sınıfı ve sosyalist düşünce, pek çok ülkede mevcut düzeni tehdit eder hale gelmiştir. İktidarı bırakmak istemeyen egemen sınıflar ise milliyetçilik ve komünizm karşıtlığı üzerinden bu hareketleri bastırmaya çalışmıştır. Almanya’da Naziler, İtalya’da faşistler iktidara gelirken, İspanya’da seçimle iktidara gelen sol görüşlü cumhuriyetçilere karşı General Franco önderliğinde Falanjistler ayaklanır. Franco, daha önce Fas’taki isyanı bastırmış bir komutan olarak, ordunun desteğiyle iç savaşı başlatır. Avrupa’nın birçok yerinden gönüllü entelektüeller, sanatçılar ve işçiler cumhuriyetçileri desteklemek için İspanya’ya gelir. Ancak savaş kaybedilir. Faşist Franco, Almanya ve İtalya’nın desteğiyle zafer kazanır ve 1975’teki ölümüne kadar ülkeyi diktatörlükle yönetir. Faşizme karşı savaştığını söyleyen Batılı müttefikler ise Franco rejimine hiçbir müdahalede bulunmaz. Bu da aslında meselenin demokrasi ya da insan hakları değil, çıkarlar meselesi olduğunu gösterir.

İspanya İç Savaşı’na katılan ve cumhuriyetçilerin yanında savaşan tanınmış isimler arasında Federico Garcia Lorca, George Orwell, Arthur Koestler, Andre Malraux, John Dos Passos, Ernest Hemingway, Emma Goldman, Tristan Tzara, Ilya Ehrenburg ve Pablo Neruda gibi isimler yer alır. Fransız yazar André Malraux’un “Umut” adlı romanı, iç savaşı en iyi anlatan edebi eserlerden biridir. Malraux, cumhuriyetçiler safında pilot olarak görev yapmıştır.

“İspanya’nın vazgeçilmez birliği için savaşıyoruz.
İspanyol toprağının bütünlüğü için savaşıyoruz.
Ülkemizin bağımsızlığı ve halkımızın kendi kaderini belirleme hakkı için savaşıyoruz.”
— 1937 Paris Dünya Fuarı, İspanyol Pavyonu

Yazar: Ruşen Ertan, Nil Birinci
Editor: Nil Birinci

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.