Munch (2023)
Dışavurumun Biyografisi
Rotterdam Film Festivali’ın açılış filmi olan Munch’de Norveçli aeteur Henrik Martin Dahlsbakken ekspresyonizmin öncüsü olan yurttaşının özenli bir portesini sunuyor.
Filmin incelemesine geçmeden önce yönetmenin gösterim öncesi tanıtımıyla başlamak yerinde olacak: “Filmi çekmeden önce Munch hakkında kapsamlı bir araştırma yaptık, el yazması günlükleri ve mektuplarına kadar detaya indiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Çalışmalarımız sonucu sanatçının hayatını iyi yansıtan 4 dönemi olduğuna inandığımız 20li yaşları, 30lar, 45 ve artık son dönemini (80) incelemeye karar verdik. İzlemek üzere olduğunuz biyografi klasik olmaktan öte (ve bununla beraber) deneysel özellikler taşıyor.”
“Hastalık, delilik ve ölüm” der Munch “beşiğimi koruyan ve hayatım boyunca bana eşlik eden kara meleklerdi.” Yönetmen bunu kanıtlarcasına kamerasını pencere camının bir yanında kelebek, diğer yanında kargaya yakın planla odaklıyor. Munch için hayat kısa değil belki ancak ölüm ensesinde olacak.
5 yaşında annesini, 14 yaşında da kız kardeşini kaybeder Munch. Babasının ölümü de çok geç olmayacaktır. Ölümcül ve mental hastalıklar ailesinin olduğu kadar Munch’un de kaçamayacağı bir kader aslında. Buna aile içindeki otoriter patriyark, duygularını suistimal eden çevresi ve sonradan kendisini ‘anlamamak’ suretiyle reddeden sanat camiası ve acımasız sanatseverler takip eder; Munch için sanat da hayat da çok kolay geçmeyecektir.
20’li yaşlarında naif ve nispeten umutlu bir Munch ile tanışıyoruz, ancak bu umut ilk aşkı hayatını tersyüz edene kadar sürecek ancak.
30’larında Berlin’de bohem sanatçı hayatının ortasına düşer, sanat camiası tarafından reddedilmesi de burada olacaktır. Ekspresyonist akımın öncülerinden olmanın tüm yükü omuzlarında gibidir: içine sıkıştığı extrem ruh halini ancak ve ancak çağının ötesinde bir sanat tekniği kullanarak dışa vurabildiği eserleri yansıtabilir! Ancak bu zamanı için alışılmış ve daha da önemlisi anlaşılmış bir teknik değildir bu; (çünkü hala ‘başarı’ kıstasları Rembrandt ve klasiklerde) hem sanat camiasının söz sahibi kesim hem de zincirin bir diğer halkası sanatseverler tarafından çok ‘basit’ bulunacaktır! Ruhunu çevreleyen kara duvarlar tarafından çok daha sıkıştırılmış durumda…
Bunu 40’lı yıllarında kapatıldığı Kopenhag klinik yılları izler. İzolasyon ve sıkışmışlık hissi şimdi zirvede: yönetmen bunu siyah beyaz renk ve daha dar bir kadraj tercih ederek çok başarılı bir şekilde yansıtır.
Hayatının son döneminde ise hala aksi ancak yine de bir nebze yaşama sevinci ile dolu bir Munch görürüz. Belki de anlaşılamamanın onu ittiği yalnızlığı içerisinde hayatı son bulur.
Bu geniş özetten sonra filmin teknik özelliklerine bakacak olur isek, filmin ekspresyonizmin hakkını verdiğini iddia etmek çok yerinde olacaktır. Yönetmenin hayatının akışından çok daha çok duygu dünyasını dışa vuran yakın plan çekimler ve hareketli el kamerası kullanımı seyirciyi Munch’un ruh halinin içine çekiyor. Munch’un insanlarla zaman geçirmektense doğayı tercih etmesi, şovalyesiyle çalılar arasında çıplak resim yaparken doğayla nasıl bütünleştiği çok başarılı bir şekilde yansıtılmış. Resim yaparken low angle çekimi tercih etmesi de Munch’un belki de sadece bu mutlu anlarında sahip olduğu ‘ilahi’ gücü gösteriyor. Genç yaşlarındaki bu doğayla bütünleşik olma durumu, ilerleyen zamanda yerini yukarında bahsedilen sebeplerle ‘Doğanın Çığlığı’na, yani ünlü tablosu Skrik’e bırakacaktır.
Yönetmenin gösterim öncesi referans verdiği ‘deneysel’ özelliklerine gelecek olur isek; sonuçta ekspresyonist bir ressamın biyografisinin klasik özellikler taşıması beklenmez. Bunun yanında filmin genelinde tercih ettiği biçim bozmaları çoğu zaman yerinde olmuş; zaman atlamaları seyircinin başını döndürüyor, kamera hareketleri dönemler arasında sıçrama yaparken seyircisini peşinden sürüklüyor. Anlatı elbet de lineer değil, Munch’un dönemleri arasında seyahat ediyor yönetmen. Ancak bazı geçişlerin fazla ani olduğu düşünülürse Verfremdungseffekt’e sebep olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Tıpkı Munch’un 1800’lerin sonunda cep telefonu kullanması ve eğlenmek için Berlin’de bir tekno club’a gitmesi gibi; yönetmenin fantazi dünyasının küçük dokunuşları filmin bütünlüğünü bozuyor olabilir mı? Son olarak 4 farklı dönemdeki 4 farklı aktör birbirlerinden fiziksel olarak seyircinin dikkatini bozacak kadar ayrıksı durması da filmin eksilerinden olmuş.
Sonuç olarak cesur ve deneysel yaklaşımıyla Dahlsbakken, Munch ile IFFR’a yakışır bir açılış filmi sunmayı başarıyor.
Nerede İzledim: Rotterdam Film Festivali (Dünya Prömiyeri)
Nil Birinci